ŞEF A-MANDA YÖNETİMİNDEKİ KORODAN DİNLEYECEKSİNİZ
‘Açılım’dan nağmeler
Herşeyin bir mevsimi var... Bazı canlılar için tüy dökmenin mesela... Bazısı için uykunun, bazısı için yeşermenin, kurumanın, çürümenin, kurtlanmanın ve bazısı için yumurtlamanın... Canlılar alemini önce insanlar, sonra da siyasiler, akil adamlar ve kalemşörler olarak özelleştirirsek, onların da ağızlarından bakla çıkarma yer ve zamanları olduğunu görürüz. Kimi uçakta açılır mesela... Kimi PKK ininde, kimi ille Amerikan “think-thank”inde... Başbakan Erdoğan da parti kongrelerinde söylüyor en vurucu sözlerini. Partililerin otoritesini/özgüvenini pekiştiren alkış ve tezahüratları arasında olacak, hele Beyoğlu gibi kendi semti veya Bağcılar gibi taban desteği aldığı ilçeler olursa, onu kimse tutamıyor. Geçen yazı; medyanın, aydınların, akademisyenlerin, yargının, askerlerin ‘bir kısmı’na ‘hodri meydan’ çektiği günleri hatırlayın. İşte o tip bir parti toplantısında, bu kez başında bulunduğu devlete ve temsil ettiği millete çattı Başbakan: Faşist ve ırkçısın!..
Bu sözler tek başlarına da belli bir kesimi sevindirmeye yeterdi. Ama medyayı saran alkış-kıyametin doz ve bileşenleri basit bir hoşlanma durumundan fazlasını işaret ediyor: Zaman kaybetmeden, bu sözleri ‘gaf’ veya ‘maksadını aşan’, ‘izaha muhtaç’ sınıfından çıkarıp ‘vaad’e dönüştürme çabasındakileri kuşatan yeni duygu ‘umut’..
Cengiz Çandar önceki gün Erdoğan’ın sözleri karşısında şapka çıkardı ya. İşte yandaş, liberal, e-postalcı, işbirlikçi diye de adlandırılan bazı kalemlerin neyin umudu veya beklentisi içinde olduğunu araştırırken, klavuzumuz mecburen Çandar’ın çıkardığı şapkadan fırlayan tavşan olacak:
Fehmi Koru / Yenişafak:
Azınlıklar bugün kendilerini nasıl hissediyorlar? Bu soruya “İyi hissetmiyorlar” cevabı veriliyorsa, şikâyetleri ortadan kaldırmak üzere gereğini yerine getirmek herhalde hükümete ve hükümetin başına düşüyor.
Etyen Mahçupyan / Taraf :
Türkiye Cumhuriyeti’nin gayrımüslim politikası iki temel amaç güttü hep: Gayrımüslimler buradan gitsinler ve giderken de bütün mallarını burada ‘bize’ bıraksınlar. Türkiye’de devlet iyi niyet sahibi olmamaktan öte, kasıtlı olarak vatandaşlar arasında ayrımcılık yapmakta, bu ayrımcılığın sağladığı rantı büyütmeye ve bazılarına bu yolla imtiyaz sağlamaya çalışmaktadır.
Hasan Cemal / Milliyet:
Bu ülke ‘yabancı düşmanlığı’ndan, ‘gayrimüslim düşmanlığı’ndan, ‘etnik ve dinsel temizlik’ uygulamalarından fazlasıyla çekmiş, hâlâ da çekmeye devam eden bir ülkedir. Bunun temelinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi milliyetçilik anlayışı yatar. Dileriz, artık trajediye doymuşlardır. Dileriz, Başbakan Erdoğan’ın özeleştiri niteliği taşıyan sözleri lafta kalmaz.
Akif Beki / Radikal:
İlk kez bilincimiz, bilinçaltımıza ‘yeter’ dedi. ’Yeter! Beni daha fazla günahlarına ortak etme!’ Başbakan değil, Türkiye’nin bilinci konuştu. Ve şeytani bilinçaltımıza çekti restini... Faşizan dürtülerimiz, artık saklanacak bir yer bulamıyor.
Alkışların tercümesi
Erdoğan’ın tarihimize astığı “faşist” yaftasını biraz daha ağırlaştırıp omuzlarımızı çökertmek, kimliğimizi taşıyamaz hale getirmek isteyenlerin kimi devlete “hırsız”, kimi “günahkar”, kimi “katil” yakıştırması yapmış... Bu yazıların tamamında tarihe iftira atmak veya bugünü karalamaktan daha önemli olan ortak nokta, başta belirttiğim gibi beklentileri. Erdoğan’ın ağzından çıkanlar işte bu yüzden çok alkışlanıyor. Ve işte bu yüzden çok tehlikeli.
Nasıl, sözde soykırım iddialarının kabulü dayatılırken, temel mesele, “katil Türkler” ifadesinin kayıt altına alınması değil de; sınırın açılmasından, toprak, tazminat ve mal-mülk taleplerinin karşılanmasına, “bu faşist devletin” uluslararası mahkemelerde “sanık” sandalyesine oturulmasına kadar bir dizi yaptırımı içeren yol haritasının devreye sokulabilmesı ise...
“Etnik kimlikleri kovaladık” açılımının, bu kesim için esas umutlandırıcı yanı da Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması, ülkemizden göçen/giden yabancıların “bize bırakmak zorunda kaldıkları” gayrimenkullerin tespiti ve iadesi, vakıf mallarının kullanımının düzenlenmesi... Finalde Lozan’ın tedavülden kaldırılması, dolayısıyla makbuz karşılığı verdikleri hizmetin yerini bulması ve kendilerine terfi imkanı yaratması ihtimali değil mi?
Erdoğan’ın ağzından çıkan sözleri bir bir komut çipi, uzaktan kumanda aleti veya bilgisayar faresi gibi kullanarak, iktidarı sevk ve idareye kalkışmalarını hala ‘hayra’, yine yanlış yazdım ‘iyi şeyler’e yoran vardır belki diye, mandacı medya dilini Türkçe’ye çevirme ihtiyacı hissettim.
Umarım tercümeden kaynaklanan yorum hatası olmamıştır...
++++++
Faşizan tezgah
İtilaf Devletleri 18 Kasım 1918’de savaş gemileriyle Dolmabahçe Sarayı’nın önüne demir attıysa da İstanbul’un resmen işgali 16 Mart 1920’de oldu.
Düşman, Osmanlı’nın başkentini teslim alırken, İstanbul’daki Rum, Ermeni ve Yahudi ahalinin önemli bir kısmı da işgalci devletlerin bayraklarını evlerine ve işyerlerine asarak işgali sevinçle karşıladı. İşgali destekleyenler arasında Türkler ve Kürtler de vardı!
İşgal sırasında başta Amerika, Yunanistan, Fransa, İngiltere, İtalya gibi devletlerin temsilcileri, başvuru halinde Osmanlı’nın Rum, Ermeni ve Yahudi ahalisine, ülkelerine yurttaşlık hakkı tanıdı, pasaport verdi.
Gün oldu devran döndü; Fatih’in torunları tarafından düşmana teslim edilen İstanbul, Kemal’in askerleri tarafından geri alındı; Türkiye Cumhuriyeti kuruldu!
Son halife adayı Fatih Sultan Recep, Türkiye’nin bir zamanlar farklı etnik kimlikte azınlıkları ülkeden kovduğunu ve faşizan bir yaklaşım sergilediğini buyurunca, yukarıdaki kısa tarih bilgisini anımsatmak gerekli oldu. Çünkü sultanın etek yalayıcıları hemen ortaya dökülüp, Varlık Vergisi’nin güya mağduru azınlıkların, 1964’te güya İstanbul’dan kovulan Rumların gönüllü avukatlığına soyunuverdi. İşbirlikçi medyada “Faşizan Türkler” işledikleri insanlık suçları nedeniyle yargılanmaya başlandı.
Uğur Mumcu’nun sözüdür; bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz. Ne ki, yeminli işbirlikçilerin, mandacıların, dincilerin, liboşların, şerefsizlerin, ahlaksızların bir tek fikri vardır o da yalan ve dolanla Türkiye Cumhuriyeti’ne saldırmak.
Devleti yönetenler biliyordu ama halkın gerçeği öğrenmesi 1942’de Varlık Vergisi ile oldu. Çünkü vergi konulan zengin azınlıkların önemli bir kısmı soluğu yabancı ülkelerin konsolosluklarında aldı. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı sanılan Rum asıllı, Ermeni asıllı, Yahudi asıllı çok kişi Amerikan vatandaşı, Fransız vatandaşı, Yunan vatandaşı çıktı! Bu ülkeler Türkiye’ye yurttaşları için nota verdi! Öte yandan Aralık 1963’te Kıbrıs’ta Rumların yaptığı büyük katliamdan sonra İstanbul’dan gönderilen Rumlar da yurttaş ve azınlık değildi; onlar Yunan pasaportu taşıyan turistti.
Gerisi yalan... Gerisi kirli propaganda... Gerisi şerefsizce yürütülen psikolojik savaş! Gerisi faşizan tezgâh!
* Deniz Som / Cumhuriyet
++++++
IMF
Paranın dini
Yapmayın başbakan! Siz bir halk çocuğusunuz. Geçen gün Brezilyalı geldi. Halkçı, yerli, aynı zamanda sevimli. “Hoş geldin Brezilyalı” diye bir yazı yazacaktım, gündeme yetişemediğimden olmadı. Adam bize “IMF’yi kovduk, kurtulduk. Siz de kovun, kurtulun” diyor. Bu ne şimdi?Paranın dini olmaz mıymış?
* Afet Ilgaz / Milli Gazete
++++++
Ayna ayna...
Yunan gazeteleri Erdoğan’ın “milli bir tabuyu yıktığını” yazıyorlar.
“1974’ten sonra Rodos’ta, İstanköy’de çok baskı yaptık, insanlarımızın kaçmasına neden olduk. Türklere, Batı Trakya’dan kaçıp vatandaşlıktan atılsınlar diye çok zulüm yaptık. Vakıflarına el koyduk, camilerinin harap olmasını seyrettik, ’siz Türk değil, Müslüman Yunanlısınız’ dedik, çok ayıp ettik!”
Hatta bunu Karamanlis söyleyebilseydi daha iyi olmaz mıydı?
Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Hristofyas “1974’ten önce çok faşizanca işler yaptık, etnik temizliğe teşebbüs ettik, cennet adamızı cehenneme çevirdik” diyebilseydi, hayatın akışı değişmez miydi?
Bugünkü Ermenistan’dan bir lider çıkıp da “Yüzyıllarca yan yana yaşadığımız komşularımızı, Karabağ’dan kaçırtmak için utanç verici işler yaptık” diyebilse Ermenistan bugünkünden daha kötü bir durumda mı olurdu?
* Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet
++++++
Kimse kızmasın Oktay Abi’si yazdı
Siyasal’ı bitirmişti, İngilizcesi iyiydi. Kendimce bir öğüt vermek, belki de uyarmak istedim:
“Bırak gazeteciliği. Hariciye’ye gir. Tam diplomat olacak adamsın. Yarın bir gün büyükelçi de olursun. Gazetecilikte, olsa olsa yazı müdürü olursun; yazarlığın olsaydı belki bir köşe yazarı?.. En iyisi Harici’ye!”
Olmadı. Yapmadı!
...Yavaşça değişir olmuştu. Cumhuriyet’in temel ilkelerini umursamıyor gibiydi. Hani şu “İkinci Cumhuriyetçi” takımın öncüsü olmayı ister gibi...
Nadir Bey öldü. Hasan Cemal işi büyüttü. Başka yollar, ortaklıklar aradı. Bizler koptuk gazeteden. Tek başınaydı. Kendi tuttuğu kişilerle, yazarlarla... Ama çok sürmedi. Cumhuriyet’in satışı 130 binden 30 binlere düşünce, çaresiz çekip gitti, gitmeyi bildi...
Bütün bunları niye yazdım?
13 Mayıs 2009 günü Milliyet’te çıkan yazısını okuyunca, dayanamadım. Epeydir yazdıklarını beğenmiyordum, şöyle bir göz gezdirip bırakıyordum. Ama bu yazıda suçladıkları, yargılamaya kalkıştıkları, kendini dev aynasında gören birinin varlığını ortaya çıkardı. Hasan Bey, kendini hem savcı, hem yargıç, hem de iktidarın güçlü bir görevlisi sanmaya başlamış...
Vaktiyle, benim dediklerimi dinleseydi, şimdi böyle acıklı bir duruma düşmezdi. Hem acıklı, hem de çirkin, ayıp, utanılası!. Bir çeşit jurnalcilikten de beter.. Kendini devletin savcısı, yargıcı yerine koymak!. Ha, bir de kendi başına Kürt sorununu çözümlemeye kalkması...
Demiştim, bir gün elçi de olursun, bir gün belki dışişleri bakanı da!. Şimdi ola ola, vara vara, nerdesin; iyi düşün, doğru düşünme yeterliliğin kalmışsa...
* Oktay Akbal / Cumhuriyet
++++++
MİNİ YORUM
“Kutuplaşmadan aşılmaz”
Sözün sahibi ben değilim. Fehmi Koru önceki gün, asli adıyla sanıyla imza attığı yazıda, “aman kutuplaşmayalım” demenin yersizliğini şöyle savunuyordu: “Dönüşüm dönemlerinde insanların ayrışmasını olağan karşılamamız gerekiyor. Hiçbir büyük altüst oluş, hayra doğru dönüşüm süreci, kaygıyla -hatta hasmane- karşılayan birileri çıkmadan yaşanmadı dünyada; Türkiye’de görülen de büyük dönüşüm öncesi sancıları işte.” Koru’dan, bundan sonraki yazısında Türkiye’nin neye dönüştürülmeye çalışıldığını da açıklamasını bekliyoruz.