Saray ozanı...

I. Dünya harbinde Rauf Orbay, Osmanlı donanmasını vurmaya hazırlanan Rus donanmasına Odesa limanında baskın yapar. Hamidiye Kruvazörü ile Rus donanmasının iki önemli kruvazörünü batırır. Türk dünyasının dikkatini çeken bu zafer Azerbaycanlı Ahmed Cevad Bey’i aşka getirmiş hepimizin dilinde marş olan “Çırpınırdı Karadeniz” hayat bulmuştu:
Çırpınırdı Karadeniz / Bakıp Türk’ün bayrağına
Ah diyerdin, hiç ölmezdin / Düşebilsem ayağına!
Bu şiirin vücut bulması ile ilgili bir diğer iddia ise, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın Bakü seferine dairdir. Rus ve Ermeni birliklerinin Kafkaslarda başlattığı Müslüman katliamına son vermek üzere oluşturulan Kafkas İslam Ordusu’nun komutanı olan Nuri Paşa, İngiliz destekli Rus-Ermeni ordusunu Bakü önünde mağlup edince Ahmed Cevad Bey bu şiiri kaleme almış.
Şiirin 1914 yılında yazılması ve sözleri, birinci rivayetin gerçeğe daha yakın olduğunu gösteriyor:
Hamidiye ve Türk kanı / Hiçbirinin bitmez şanı
Kazbek olsun ilk kurbanı / Selam Türk’ün bayrağına
Ahmed Cevad’ın Türk’e sevdası onu Balkan Savaşında Osmanlı ordusu ile birlikte Bulgar cephesine götürmüştür. Üstelik sahte pasaport marifetiyle. Çırpınırdı Karadeniz’in müellifi böylesi bir Türk sevdalısıdır. Ömrü bu sevda ile geçen Ahmed Cevad’ın sonu da Türklük davasından olur. 1937 yılında “Türklere yardım” iddiası ve “Pantürkist” olduğu gerekçesi ile Stalin tarafından şehit edilir.
1914 yılında Ahmed Cevad Bey tarafından kaleme alınan şiir 1918 yılında yine Azerbaycanlı bir Türk olan Üzeyir Hacıbeyli (Hacıbeyov) tarafından bestelendi. Azerbaycan milli marşının da bestekârı olan Hacıbeyli Doğu dünyasının ilk operası olan “Leyla ile Mecnun” operasını sahneleyen büyük bir sanatçıydı.
Merhum Ahmed Cevad ve Üzeyir Hacıbeyli’yi köşemize taşımamızın sebebi bir türkücünün Çırpınırdı Karadeniz şarkısının bir Ermeni tarafından bestelendiğini iddia etmesindendir.
Yaşayan bestekârların emeğinden sevdalısı olduklarından kahraman çıkartmaya kalkanların hayatını kaybetmiş bestekârların eserlerini “Ermeni” eseri ilan etmesi, siyasete sanatını râm eden türkücü tipolojisinin düştüğü durumu göstermesi açısından ibret vericidir.
Anlaşılan o ki bu arkadaş kimse ile tartışmadığı “Ülkücülüğünü” geliştirirken bu konuyu atlamış veya siyasi partilere türkü yapma meşgalesi sebebi ile bilgileri eskimiş. İşi zor tabii, bir CHP, bir AKP derken bilgiler karışabiliyor.
Peygamber efendimizin de dediği gibi “beşikten mezara kadar ilim” şart. Öğrenmenin yaşı yok.

Dombıra meselesi

İtiraf etmek gerekirse ben de Dombıra’nın “anonim” olduğunu zannediyordum. Son tartışmalardan sonra öğrendim ki, değilmiş.
Benim bilmemem normal. Bilmemi gerektirecek bir durum da yok. Ama bundan maddi veya “manevi” kazanç sağlayacak bir işe kalkışan arkadaşların bilmemesi anormal.
Savunma şu: İnternete baktık, rastlayamadık. Bir şarkının sahibinin olup olmadığını araştırma mercii “google” olmasa gerek. Bu işten ekmek yiyen vatandaşlar, kullandıkları müziklerin sahipliliğini google’dan araştırıyorsa diğer şarkılarına da göz atsa iyi olur.
Türkücü arkadaşın kendini savunurken kurduğu cümlelere dikkat kesiliyorum, tavırları analiz etmeye çalışıyorum. Yaptığı işten ötürü özür dileyeceğine, “parası neyse veririz” edalarında, sayesinde Kazakistan’ın adının anıldığını, Aslanbek’in isminin duyulduğunu ifade ediyor.
Ne büyük bir adammışsın da haberimiz yokmuş; yuh bize!..
Kendisinden altı yaş büyük birine “çocuk” diye hitap etmeyi, işten sıyrılmak için süslü cümleler kurmayı “sanatçı feraseti” zanneden bu türkücünün düştüğü durumu en güzel Aslanbek Sultanbekov özetliyor: Saray ozanı...
Sanatçı ile türkücü arasındaki fark da böyle bir şey: Az konuşup çok şey söylemek, lafı gediğine koymak.

Yazarın Diğer Yazıları