Sana yok ırkıma yok izmihlal!
Merhum Mehmet Akif Ersoy milletimiz için sadece fikrini, dimağını, ruhunu değil hayatını da ortaya koymuş bir büyük şahsiyettir. Mehmet Akif’in İstiklal Savaşı’ndan yüz akı ile çıkan milletine en mühim hediyesi ise İstiklal Marşımız olmuştu.
İstiklal Harbi ile Türk milleti “dâhilde”, dönme devşirmelerin ifsat ettiği çürük ve işbirlikçi bürokrasiden “hariçte” ise dünyayı yangın yerine çeviren sömürgeci kapitalist emperyalizmden yakasını kurtarmıştı. İşte büyük şairimiz millette, “Sana yok, ırkıma yok izmihlal” derken de, “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak” derken bir müjde verir edasıyla söyler sözünü.
Çünkü bilmektedir ki, kurtuluşu sağlayan insanımız aslında yokluğun, yoksulluğun ta en derinine yuvarlanmış, hastalıkların ve çaresizliklerin zirvesindeki insanlardır. Anadolu’ya görevle gönderilen Devlet-i Ali münevverlerinin rapor veya gazete makalelerinde veya Anadolu’yu gezen yabancıların yazdığı seyahatnamelerde milletin bitap hali kelimelerle resmedilmiştir. Bunlardan biri de Ahmet Haşim’in yazdıklarıdır ki (3 Eylül 1919), acıyla ve yoksullukla sınanan Anadolu Türkü’nün halinin bir utanç heykeli gibi diker zihnimize:
“Anadolu köylüsünü tasnif-i mahlûkatta karıncalar nev’ine ithal etmeli fikrindeyim. Gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin namütenahi sesleriyle uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini tedarikle meşgul, ‘gıda’ fikr-i sabitiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin mesai-i müşkilesine tesadüf olunur. Sanki cehennemî bir fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak, elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya madde-i gıdaiyeyi biçmekle, ya onu taşımakla, ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle meşgul görünür…”
Haşim yazısının devamında ise bu insanların “tagaddî”den (beslenmeden) ötürü karınları kurtla dolu olarak azap içinde yaşadıklarını anlatır.
Sembolist şairin bütün hakikatiyle anlattığı o millet makûs talihini, kara kaderini, hastalıklarını, sayrılığını, yoksulluğunu ve kimsesizliğini yenmek için de kazanmış bir milleti. Fakat ne korkunç bir vakıadır ki, milletimiz bugün tekrardan “gıda tutsaklığına” mahkûm edilmiştir. Tağşiş yani hileli, yani kötü üretilmiş, yani istismar edilmiş, içine öldürücü kimyasallar eklenmiş gıdalarla zehirlenmektedir.
Bugün bir markete girdiğimde İstiklal Savaşı yapmış milletimizin torunlarındaki ahlaki “izmihlâl”i gördüm: Alışverişi tamamladıktan sonra kasada ödeme yaparken donuk suratlı bir kasiyer, kiloluk plastik poşetlere konulmuş karma çerezleri göstererek, “Çerez almak ister misiniz?” diye sordu! Aylardan beri gündemden düşmeyen yurt dışından iade edilen Antep fıstıklarından hiç haberi yokmuş gibi davranıyordu. Bu çerezlerin, bilhassa Antep fıstığının menşeinin kontrol edip edilmediğini sordum. Bilmediğini söyledi.
Almadım. Almıyorum, dedim. Üretici ve size bu ürünü gönderen toptancılara bildirin, millet çok tepkili deyin dedim, ama o donuk suratında bir tek değişiklik olmadı. Hatta muhtemelen satış skorunun baltaladığım için –çünkü yüksek sesle konuşuyordum ve sıradaki diğer kişilerin bunu duyma ihtimalleri yüksekti- bana aynı donuk, ifadesiz, anlamsız ve baktıkça acımasız gelen gözlerle bakmaya devam etti.
O an ümidim kırılır, omuzlarım çöker gibi oldum ama yeni baştan İstiklal Marşımızı hatırladım. “Korkma!” dedim, “Sana yok ırkıma yok izmihlal” dedim. Ha vatanın bütün tersaneleri işgal edilmiş ha bütün ‘hal’leri, toptancıları, AVM’leri, marketleri, pazarları işgal edilmiş fark etmez. Emperyalistler ha ellerine çelik silahlar almışlar ha biyoloji ve kimya bilimini silaha çevirmişler, Korkma! Dedim… “Senin iman dolu göğsün gibi yaşama gücün var!”
…
SÖZLÜKÇE
İSTİKLÂL : (ﺍﺳﺘﻘﻼﻝ) i. (Ar. ḳall “yüklenip götürmek”ten istiḳlāl) Maddî veya mânevî bakımdan kimseye bağlı ve tâbi olmama, kimsenin buyruğu altında bulunmama, bağımsızlık.
İZMİHLÂL : (ﺍﺿﻤﺤﻼﻝ) i. (Ar. iżmiḥlāl) Yok olma, mahvolma, yok olup bitme, yıkılma, çökme.