Ruh ikizleri...
Dünyada böyle bir ikili bulamazsınız. Birbirlerinin ölülerine bile saygısızdır bunlar. Ölümü onlar kadar “ideolojik” bir mesele haline getiren bir grup yoktur.
Bu kafa için kendisi gibi olmayanın ölümü en hafifinden “sıradan” bir hadisedir. Adı ister İslamcı ister devrimci olsun, meydanın adı “Rabia” veya “Taksim” olsun ne fark eder? Hakkın, demokrasinin ve nihayet özgürlüğün meydanı olmaz neticede.
Darbeciye veya diktatörlük özlemi duyana karşı dikilenlere saygı duymak, o cesareti alkışlamak varken bu taleplerle dalga geçmek, o insanları aşağılamak hastalıklı bir ruhun eseri.
Sisi’ye kızıp Ali İsmail’in kafasına tekme sallayana sahip çıkmakla Mısır’da keskin nişancının kurşunlarına hedef olanlara “ne işi vardı orada” demek aynı hastalıklı ruha sahip olmanın neticesi.
Kendince diktaya karşı bir direnç geliştirenlerin selamını “getir dört bira” geyiğine irca edenle, “diren gezi” sembolünü “diren toma” ya irca eden arasındaki farksızlık Başbakan’ın siyasi literatürümüze hediye ettiği “ruh ikizi” olma durumunu ifade ediyor.
Adeviyye Meydanı’nda dökülen kanın intikamını Gezi Parkı’ndan almaya çalışanların durumu da tam böyledir. Suriye’deki katliamı bile Gezi Parkı’nda ölenlere hakaret etmek için fırsat bilenle bu vahşeti “peki, ama...” sözleri ile yorumlayanın birleştiği tek şey “insanlık fukaralığı” dır.
***
Suriye’de gaza boğularak öldürülen çocuklar için yapılacak şey gayet basit ve açıktı; yapanı lanetlemek, ölen için mateme girmek ve eğer yapabiliyorsanız kanı durdurmak. Bizde ise birileri kendince “cenaze sahibi” pozlarında “taziyeleri” kabul etmekte, kendileri dışındakilerin samimiyetini sorgulamakta; kendince karşı tarafı kana ortak etme peşine düşmektedir.
Bunlar, ölenlere ondan başka ağlayanın olmadığını ispat etmek için ellerinden geleni yaparlar. Müslümanlara yönelik “katliamlara” ağlama alanı onlara aittir. Amaç belli, milletin hassas noktalarını “işgal” edip o noktalara muhalefetin “sızmasını” engellemek ve daha sonra oradan hamle etmek.
Bunu yaparken dahi iki yüzlüdürler, ilgi alanlarına “Türk” ler girmez. O yüzden Doğu Türkistan kan içinde yüzer de dönüp bakmazlar bile...
Halbuki yapılması gereken o kadar basit ki; insan olarak mazlumun kimliğine ve nerede durduğuna değil, başına gelen şeye odaklanmak, millet olarak en azından “acıda ve tasada” birleşmeyi becermek.
Millet olmanın gereği budur; eğer “millet” olmak gibi bir derdiniz var ise...
Vicdan muhasebesi...
Başa gelen her kötü olay bizi öncelikle “vicdan muhasebesi” ne, “Zalimin zulmüne giden yolda biz ne yaptık?” sorusunun cevabını bulmaya sevk etmelidir. Vicdan ve muhasebe kimilerinde “geçmişe” müteallik bir şey değil. Sadece bir ayrıntıdır, o kadar!
Bu muhasebe fukarası vicdana etrafındakilerin şakşakları da eklenince ortaya şu yaşadığımız manzara çıkıyor.
“Arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” atasözünü gözümüzün içine sokan günleri yaşarken; birilerinin mahalleye “ahlaksız” arkadaşlarını soktuğu için özür dileyeceğine sağa sola saldırması yok mu, insana “yuh!” dedirtiyor. Sanırsın Esma’nın ve binlerce Suriyelinin katili ile alışverişe çıkıp “aile dostu” pozu veren bendim. Diktatör Kaddafi’nin elinden “insan hakları ödülü” alan bendim galiba...
Birilerinin Mısır darbesinin arkasında olduğunu “somut” belgelerle ispat ettiği Yahudilerden “üstün cesaret” alan da ben olmalıyım.
Irak’ta 600 bin Müslüman’ın kanından sorumlu askerlerin sağlığı için dua eden de bendim herhalde...
Doğu Türkistan’da Türkler katledilirken katilleri ile “ticari” anlaşmalar yapıp, direnen Türklere “terörist” diyen ben değildim de kimdi? Ortada kimse olmadığına, kimsenin bunları sorma zahmetine katlanmadığına ve bu cürümlerin sahibinin gözyaşları kutsandığına göre tabii ki ben olmalıyım...