Resim - Heykel’e 10 bin ‘az’ Hat - Tezhib’e 6 bi
Kars’ta yerel siyasi seviyenin belirlediği bir zevk kalitesi ile tercih edilip sit alanına dikilen bir heykel etrafında koparılan fırtına henüz yatışmış değil. Konuya “ucube” benzetmesi ile dahil olan başbakanın sözlerini “ucube sözü ile kastedilen heykel değil civardaki gecekondulardır” diyerek komik bir şekilde tevil etmeye kalkışan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın düştüğü durum ise tarihe kaydedilecek kadar ibret verici oldu. Mehmet Aksoy isimli heykeltıraşın müellifi olduğu heykel projesinin akıbeti henüz belli olmadığından konunun önümüzdeki günlerde de gündeme gelmesi şaşırtıcı olmayacak. Bu nedenle ünlü sufi Ebu’l-Hasan Harakânî külliyesine tepeden bakan Kars’taki tartışmalı heykeli bir kenara bırakarak Kültür Bakanlığı’na onlarca yıldır egemen olan zihniyetin ’güzel sanatlar’ konusundaki yaklaşımını tartışmak istiyorum.
‘Güzel sanatlar’ aklaşımı
Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı’nın Türk kültürünün asırlık birikiminden tevârüs olunan geleneksel sanatlarımıza oldum olası ’üvey evlad’muamelesi yaptığı kültür ve sanat çevrelerinin iyi bildiği bir konu genel okur kitlesi için çok da bilinir bir durum olmayabilir. Bu nedenle konunun anlaşılması için somut bir konuyu ele alalım.
İlgililerinin yakından takip ettiği üzere Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü, her iki yılda bir düzenli olarak ödüllü yarışmalar tertip eder. “Resim”, “Heykel”, “Özgünbaskı ” ve “Seramik” dalları bu yarışmanın Batı kültüründen devşirilmiş gözde alanlarıdır. “Hüsn-i Hat”, “Tezhib”, “Minyatür”, “Çini” ve “Ebru” ise son çeyrek yüzyıldır gündeme getirilen geleneksel Türk süsleme sanatları olarak kendilerine yer bulabilmişlerdir. Resim/heykel yarışmasının 70. ; geleneksel Türk süsleme sanatları yarışmasının ise 15. kez yapılmış olmaları iki ayrı kategorinin devlet nezdindeki yerini gösterme açısından bir fikir verebilir. Fakat asıl incitici olan husus bu iki yarışma kategorisine biçilen ödül değerlerinde ortaya çıkmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı’nın 2003 yılı duyurusuna göre “Resim”, “Heykel”, “Özgünbaskı ” ve “Seramik” dalları için biçilen ödül 3.500 TL iken . “Hüsn-i Hat”, “Tezhib”, “Minyatür”, “Çini” ve “Ebru” için verilecek ödüller için limit 2.500 TL. olarak belirlenmişti. Kültür Bakanlığı’nın 2009 ve 2010 yılında düzenlenen son yarışmalarında ise bu ödüller Resim/Heykel için 10.000 TL. ; Hat/tezhib için ise 6.000 TL.’ye yükseltilmiştir. ’Çağdaş’sanatlar için belirlenen tarife ile “geleneksel” sanatlar için belirlenen tarife arasındaki bu nahoş farkı izah edebilecek bir Allah’ın kulu var mıdır şu memlekette?.. Bu soruyu sormak o ödüllerin verildiği bütçeye katkısı olan her T.C. Vatandaşı’nın hakkıdır.
“Öz yurdunda garipsin...’
Üstad Necip Fazıl’ın ölümsüz eseri Sakarya şiirindeki “öz yurdunda garip”liği terennüm eden mısraını ülkemizin hattat ve müzehhibleri de her yarışma ilanını beklerken mırıldanıyor olmalılar... İşin garip tarafı, liderinin ifadesi ile “muhafakâr demokrat” bir iktidar döneminde de bu “yerli olan”ı aşağılama politikasının devam ettiğini görmek işin hüzün boyutunu katmerlendiren bir husus olarak kaydedilmelidir. Bu noktada “sosyal demokrat” kökenli mevcut Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın günahına fazla da girmeyelim: Bu “yerli-milli olanı aşağılama politikası” kendi öznel “sosyal demokrat” yaklaşımı değildir; ondan önceki “muhafazakâr” bakanların döneminde de tavır, aynı tavırdı.
Yine seçim zamanı geldi; envaî türden nutuklar atılacak... Yine meydanlarda tezgah açacak “milli-manevi değerler” çarşısına nur yağacak. Fakat bilmem bir Allah’ın kulu çıkar da şu soruları sorar mı konu ile uzaktan-yakından ilgili bir siyasiye: “Kardeşim; öz sanatlarımıza desteği bıraktık bir kenara; ne zaman milli sanatlarımızı aşağılama politikasının farkına varacaksınız?” diye... Ya da, “Ne zamana kadar ressam/heykeltıraşları baş tacı yaparken mahzun hattat/müzehhiblerin boynunu bükük bırakmakta devam edeceksiniz?” diye...
Geride bıraktığımız 9 yıllık bir dönem bu konuda ümidvâr olmayı neredeyse imkânsız hale getiriyor ise de yine de “çıkmayan candan ümit kesilmez” diye beklesinler bakalım; aziz yurdumun elleri öpülesi san’atkârları...
Dr. Hayati Bice
+++
Ve satıldık!..
Omuzlarını onurla süslediğimiz
Adı ulu komutanlarımız vardı
Huntington Çuval geçirdi başlarına
Önümüzü arkamızı görmez olduk
Avrupa’ya çağırdılar yalandan
Yalandan şartlar koydular önümüze
Dönüp bakmadık dünümüze
Ver dediler
Ne istedilerse verdik,
Vur dediler
Anamızı yanağındaki gözyaşından,
Atamızı akıl dolu başından vurduk,
Damadımıza, gelinimize,
torunlarımıza
Kürt dediler
Ayrıştırdılar bizi zorla,
Ulus olmak yasak dediler
Koca bir çınarı devirip
Köksüz bir ulus diktiler yanına
Kast ettiler canların canına
İhanet ettik
Vatan uğruna sel gibi akan
Şehitlerimizin kanına
Atila İspir
+++
Aaa bak cambaz
AKP’li Kars Belediyesinin yaptırdığı heykelin yapımının durdurulması için Erzurum Koruma Kuruluna yapılan ilk başvuru yazısını 2006 yılında ben yazmıştım. O tarihlerde devlet memuru olduğum için başvuruyu MHP Kars İl başkanlığı adına yapmıştık. Söz konusu dilekçe halen bilgisayarımda kayıtlıdır. Daha sonra çeşitli defalar yazdığım yazılarda heykelin yasal olmadığı gibi, bir sanat değeri taşımadığını da vurgulamışımdır. Aşağıdaki satırlar 3 Ekim 2009 tarihinde yazdığım “ANIT NEDEN YIKILMIYOR” başlıklı yazımdan alınmıştır. Bu yazı çeşitli internet sitelerinden okunabilir. “Hemşerilerimize anıtı yerinde görmelerini tavsiye ederim. Durumun vahameti yakından görülüp incelenince daha iyi anlaşılmaktadır. Bir sanat estetiği taşımadığı gibi, doğal dokuyu da tamamen rezil etmişlerdir. Muhteşem Kars kalesi, tabyalar, Taşköprü, Hamamlar gibi birbirini tamamlayan Tarihi eserler arasında, 200 ton demir,800 ton çimento harcanarak yapılan, insandan çok mantara benzeyen iki bembeyaz beton yığını ile Tarih adası katledilmiştir. Belediye her vesileyle yaptığı gibi oraya da bir bazalt taşlı, laminant parke döşemeli Kafe yapmış, aceleye geldiği için, o da yıkılmaya yüz tutmuştur. Bu anıtın derhal yıkılarak alanın temizlenmesi ve eski haline getirilmesi yasal mecburiyettir.”
İtiraz nedenlerim
Heykele karşı yürüttüğüm muhalefet bireysel bir tasarruftan öte mensubu bulunduğum MHP camiasının ortak kanaatinin sözcülüğüdür. O nedenle Heykeli “MHP liler olarak “biz” durdurduk. Benim birinci itirazım heykelin yapıldığı yeredir. Yer seçimi son derece yanlıştır. Aynı yere Türk tarihini, Türk kültürünü sembolize eden bir heykel dikilmiş olsaydı ona da karşı çıkardım. Hatta ATATÜRK’ün, SULTAN ALPARSLAN’IN heykeli dikilmiş olsa bile. Orada ki doğal dokuyla oynanması doğru değildir. İkinci itirazım, belediye kaynaklarının yerinde ve verimli kullanılmaması nedeniyledir. Yoldan, kaldırımdan vazgeçtik, bugün bu şehirde Çocukların futbol, basketbol, voleybol oynayacakları bir tek semt sahası var mıdır? Yazık değil mi bu gençliğe? Altyapısı tamamen çökmüş, sosyal ve kültürel donatılardan yoksun, borç batağı içindeki bir kentin belediyesinin önceliği bu heykel olmamalıydı. Heykel ile ilgili Kars halkının kafasının karışık olduğu da bir gerçektir. Toplumsal kabul görmemiştir. Bu heykelin neden yapıldığı, neyi ifade ettiği, kaça mal olacağı, kaynağının nereden karşılanacağı hemşerilerimize iyi anlatılsaydı bu derece tepki toplamayabilirdi. Naif ALİBEYOĞLU bu heykelin “kardeşlik ve Barışı” sembolize ettiğini söylüyor. Niyet okuyucu olmadığımız için buna inanmak durumundayız. Ancak son tartışmalara Ermenistan’ın da dahil olması zihinleri bulandırmıyor değil. Bu tartışmalar kamuoyunun iyi aydınlatılmadığını gösteriyor. Sadece başbakana muhalefet etmek amacıyla heykelin yapımını savunmayı da doğru bulmuyorum.
Tartışma planlanmıştı...
Başbakanın üslubu eleştirilebilir. Yönettiği ülkede kendi belediyesi tarafından bir “UCUBE” dikildiğini mısırda sağır sultan duyduğu halde, Başbakanın duymaması “ACAYİP” karşılanabilir. Ancak bu heykele meşruiyet kazandırmaz. Başbakanın Kars’a gelişinde bu tartışmayı başlatması planlıydı. Zira AKP iktidarının en çok mağdur ettiği illerin başında Kars’ın geldiğini biliyordu. Tepkilerden çekindiği için gündemi saptırma taktiği izledi. Kars’ta yaşayanların görmedikleri ve hiçbir zaman da göremeyecekleri 55 tesisi bir düğmeyle topluca açtı. Biz “yahu nerede bu tesisler” diye etrafa bakarken, ipteki cambazı gösterdi. Çıktı gitti. Seyrediyoruz cambazı kimimiz gülerek, kimimiz gülümseyerek!
Settar Kaya
+++
İleri faşizm belirtileri...
Dünyaca ünlü yazar Aleksandr Soljenitsin, “Şiddet ancak yalanla gizlenebilir, yalan ise ancak şiddetle sürdürülebilir. Kim ki şiddeti bir yöntem olarak benimser, ister istemez yalanı ilke edinir” diyor. Bugün Türkiye’de yaşananlara bakınca Soljenitsin’in bu sözünün üstüne söz koymak o kadar zor ki. İki cümlede bugünkü Türkiye’yi ne de güzel tanımlamış. Eee, Soljenitsin olmak ve bütün dünyada büyük bir saygınlık kazanmak öyle kolay mı?
Ben birçok yazımda Tayyip Erdoğan’ın Hitler’i, bugünkü polis teşkilatının da Gestapo’yu aratacağını belirtmiştim. Bugün Türkiye’de yaşananlar dünyanın en acımasız faşist dönemlerinde, diktatörlük altında inleyen hiç bir ülkesinde yaşanmamıştır. Şeytanın bile aklına gelmeyecek şantajlarla, komplolarla her an hepimiz karşılaşabiliriz. Bu süreç ve kötüye gidiş bir faşizm değil, faşizmden de öte bir şey. Tayyip Erdoğan “ok yaydan çıkmıştır” derken geleceğin çok daha ağır koşullar getireceğini zaten ifade etmişti.Bundan tam 29 ay önce Hizbul Tahrir dinci terör örgütü ile bağlantısı olduğu gerekçesiyle genç bir teğmen Mehmet Ali Çelebi gözaltına alınmıştı. Polis karakolunda el konulan cep telefonu adli emanete alınmış ve mühürlenmiş olması gerekmez miydi? Sanıyorum bunlar yapılmıştır. Ancak Çelebi gözaltındayken adli emanete alınmış olan telefonu polisler tarafından açılıyor ve 1 dakika 20 saniye içinde Hizbul Tahrir dinci terör örgütü üyesi Mahmut Oğuz Kazancı’nın telefodnunda bulunan tam 139 ayrı telefon numarası yükleniyor, bu yüklemeyi hakimler delil sayıyor, Çelebi’yi Hizbul Tahrir dinci terör örgütü üyesi olmak suçundan tutuklayıp Hatsal Cezaevi’ne kapatıyor. Baz istasyonu ve Tele-Kom kayıtlarında bu durum ortaya çıkıyor, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı da (TİB) mahkemeye gönderdiği resmi yazıda bu akıl almaz olayı doğruluyor, polisler de bu işi kendilerinin yaptığını itiraf ediyor, ama gelin görün ki mahkeme Çelebi’yi hâlâ cezaevinde tutuyor, yargılamaya devam ediyor ve kendisine Hizbul Tahrir dinci terör örgütü ile ilgili sorular soruyor.
O polisler, adli emanete alınmış bir telefonu bir avukat nezareti de olmadan açma, başkasının telefonunda bulunan 139 numarayı Çelebi’nin telefonuna yükleme cesaretini kimden almaktadırlar? O polisler, Mehmet Ali Çelebi’ye kurdukları tuzak gibi daha kaç kişiye hangi tuzakları kurdular? Bir hukuk devletinde böyle bir şey olabilir mi?
Teğmen Mehmet Ali Çelebi, Mehmet Oğuz Kazancı’yı ve onun telefonundan kendi telefonuna yüklenen 139 telefon numarasının sahiplerini hiç tanımadığını, onlarla hiçbir ilişkisinin olmadığını, Hizbul Tahrir dinci terör örgütünü bilmediğini ısrarla söylemesine ve TİB’den gelen yazının da Çelebi’yi doğrulamasına rağmen tutukluluğunun devamı, yargılanmasının sürdürülmesi hangi akla, hangi mantığa ve hangi hukuka sığmaktadır?
Sefer Çetinkaya
+++
Korku dağları deldi
Cezaevine tıktılar vazgeçmediler. Tutukluğu hükümlülüğe çevirdiler vazgeçmediler. İşi yazmak olan adamlardan neredeyse kağıdı bile esirgediler. Öbür tarafta televizyonlar, duvar kağıtları, kuruyemişler.
Ne demişler bana dostunu! Söyle... Bu davanın Savcısı oldular, yakın da Hakimi de olup karar verecekler. Hatta celladı da olup
asacaklar.
Peki bu KORKU NEDEN?
Peki bu KİN NEDEN?
Üstelik Mustafa Balbay, Mehmet Haberal’ın CHP’den milletvekili adayı gösterilme çabalarıyla akılları sıra dalga geçiyorlar.
Olur ya da olmazlar ama ya olurlarsa!! Bu korku sizin sonunuz olacak biliyor musunuz?
Nihal Tabak
+++
Bu işin içinden akil adamlar çıksın
Yıl 1999...
Öcalan’ın, Kenya-İmralı uçak seyahatindeki yüzünün halini gözlerinizin önüne getirin ve o anı yeniden hafızalarınızda
canlandırın.
Canlandırdınız...
İlk sözü olan “Hizmetiniz deyim” i tekrar hatırlayın. Hatırladınız...
Öcalan ne diyor?
“Ben muhatap alınırsam sorunu çözerim, sorunu sadece ben çözerim, muhatap sadece benim” diye sözlerine başlayan Öcalan; “Demokratik Özerklik projem uygulanırsa, anadilde eğitim sağlanırsa, sa..., sa..., sa” diye devam ediyor, “İşte o zaman sorunu çözerim” diyor.
“Amaaaa” diye devam ediyor ve sadede geliyor Öcalan; “Önce benim önümün açılması, cezaevi koşullarımın iyileştirilmesi şartıyla” diyor.
Öcalan, bunu yeni mi söylüyor? Koca bir “HAYIR”. O “bakla” ağzından ilk defa çıkmadı ki! Çünkü, son dönemdeki tüm avukat görüşmelerinde Öcalan özellikle ve altını çizerek bu ön şartı koşuyor; “Önce BEN” diyor.
Öcalan’ın asıl ve son baklası ise “Ev hapsi”. Aslına bakılırsa bu talep son 3-5 aydır zaten var. Bundan sonraki dayatma, ön şart “Ev hapsi” gibi görünüyor.
Eğer bugün, gelinen bu noktada birileri hala bir çözümden bahsediyorsa, ki uzun bir süredir ve yoğun bir şekilde ve neredeyse her kesimce bahsediliyor, o halde siz, bu şart koşma durumunda çözüm için ve en başta, ilk önce ya bakla mahiyetindeki bu “Ev hapsi” isteğini kabul edeceksiniz/ettiniz, ya da bu baklayı hazmedebilme anlamında kabul edeceksiniz/ettiniz ki, size göre çözüm için ilk adımı böylelikle atmış olacaksınız.
Aksi taktirde?
Aksi taktirde; “CIS”.
Hadi gelin bakalım “Akil adamlar”, şimdi çıkın işin içinden de bir çözüverin bu dayatılan, ön şart koşulan, aksi durumda “kan” ile tehdit edilen ve bu aşamada sadece ve sadece Apo’ya endekslenmiş olan bu sorunu. Hepimizin size, engin ve dahiyâne fikirlerinize ihtiyacımız var(!)
Asıl şimdi biraz “Akil” yürütün de hepimiz faydalanalım...
Sabahattin Talu