“Recep İvedik Gençliği”
“.. yıllarca komünizme ve dinsizlik akımlarına karşı mücadele etmiş biri olarak gençlerin halini görünce, ‘keşke komünist olsalar’ diyesim geliyor.” (Recep İvedik Gençliği, Ahmet Ünal, Yeniçağ, 12.3.2010).
Aylardır yazmak istediğim ama bir türlü cesaret edemediğim işte o yazıyı yazmıştı o gün Ahmet Ünal.
“İpod’dan İsmail YK şarkıları dinlerken, başparmağı daktilograflarınkinden daha hızlı dönerek cep telefonu tuşlarına vuruşlar yapıyor. Kimisi hayal âleminde geziyor, kimisi de ar, hayâ ve namus hislerinden nasibi olmayan argo papağanları gibi aramızda ve evimizde dolaşıyor. Büyüklere saygı gereksiz, milli değerlere bağlılık ilkellik, gericilik sayılıyor. Evleri internet kafe, mabetleri play station olmuş. Zamanını, akıl ve ruh sağlıklarını chat’le, sms mesajlarıyla öldürüyor. Konuşması kısaldı, kelimeleri sesleri yitirdi ve bambaşka bir dille haberleşiyor. Okumuyor, düşünmüyor, vicdanların sesini dinlemiyor. Gerçeğe küs, sanala on-line yaşıyor. Ekrandaki terör, kazalar, deprem vs. onlar için sanki strateji oyunlarından bir sahne.”
Bu satırlar ne kadar acıtıcı ve ne kadar gerçek!
O gün Ahmet Beyle oturup bu konuyu uzun uzun görüştük. Meğer çok daha acı ve çok daha beteri, yaz(a)madıklarında imiş; dinledim, dinledikçe de irkildim. Göz göre göre bir nesil mahvoluyor, kimsenin umurunda değil. Mahvolmuş nesiller mahvolmamış nesiller yetiştiremeyeceğine göre, bir neslin mahvolması birkaç neslin peş peşe mahvolması demek değil midir? Neslin ve nesillerin mahvı ile devletin dağılması, vatanın parçalanması, lisan gibi maddi, kültür ve din gibi manevî bütün değerlerin sükûtu ile eşdeğer olmaz mı?
Hesap kitap bilmeyen birine bir baba olarak en kârlı şirketi bıraksan o şirketin, aileyi çağdışı bir müessese kabul eden iki genci evlendirsen o ailenin sonu ne olacaksa, Ahmet Ünal’ın dert yandığı gençliğe bırakacağın vatanın, devredeceğin soyadının, emanet edeceğin mukaddesatın da sonu işte ancak o olur!
Yani ortada ciddi bir yangın var.
Ve bu işler sinsi organize işler.
Benim yavrumdur, akşam bizim eve geliyor, cebine harçlığı ben koyuyorum, üzerine elbiseyi ben alıyorum, kurs parasını ve servis ücretini ben ödüyorum, soyadı benim soyadım, öyleyse bu çocuk benim çocuğum, diyor, tahlilde bile kanı benim kanım çıkar diye avunuyorsan, diyeceğimiz bir şey yok. Ama istersen çocuğun için kurduğun hayaller ile çocuğunun kendisi için düşündüğü geleceği bir tahlil et, bakalım çocuk yine senin çocuğun mu? Ruhunu tahlil ettir, senin ruhun mu? Duygularını tahlil ettir, senin duyguların mı? Önem verdiği şeyleri tahlil ettir, senin önem verdiğin şeyler mi? Meşgul olduğu şeyleri tahlil ettir, meşgul olmanı istediğin şeyler mi? Harçlığını harcadığı yerleri tahlil ettir, harcamasını istediğin yerler mi?
Bunların hiç biri senin tahlillerinle örtüşmüyorsa ve sen hâlâ bu çocuk benim çocuğum diyorsan, sen o zaman çocuğu et, kemik, kan ve yatıp kalktığı yer ile, cebi ve midesine girenin kimden geldiği ile eşdeğer bir cisim olarak görüyorsun demektir.
Biliyorum, can sıkıcı bir yazı oluyor ama başka çare yok. Ahmet Ünal kardeşle yaptığımız sohbette öğrendiğim bir gerçek de, anne babaların, “Benim çocuğum yapmaz” şartlanmışlığı, hadi şartlanmışlık demeyelim, rehaveti yaşadığını öğrenmem oldu.
Oysa diyor Ahmet Bey, onun çocuğu da, berikinin çocuğu da yapıyordu, anne babaları inandıramadım.
Çok üzüldüm!