Postaladığın adres yanlış

Çözümün kurucu babası ilan ettiği Abdullah Öcalan’dan ezber bozmasını isteyen Ertuğrul Özkök, tiyatronun temel kuralını unutmuş; oyuncunun görevi ezber bozmak değil, ezberine uygun biçimde rolünü oynamaktır


Hürriyet gazetesi eski Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, hanidir kurduğu “İmralı’da Öcalan’la başbaşa” hayali gerçekleşmeyince, yakamoza karşı, gözlerinin içine baka baka soramadıklarına, “açık mektup” yoluyla cevap aramayı denemiş dünkü köşesinde.
Beyhude!
Türkiye’deki Kürt hareketinin “spritüel lideri”nin Öcalan olduğu savından hareketle, çözümün “kurucu babası” ilan ediyor İmralı’daki caniyi Özkök ama...
“Sorun”, Öcalan’ın “ömür boyu hapis cezasını çektiği İmralı’dan yayımlattığı” 6 sayfalık metinde vurguladığı gibi “1000 yıllık bir strateji”nin “sonucu”ysa eğer;
Onun değil “kurucu baba”, “kurucu torun” dahi olabilme ihtimali var mı bu senaryoda?
180’lerin sonunda, 1900’lerin başında Öcalan nerdeydi mesela?
Ağrı’da, Dersim’de neredeydi?
Onun bugün olduğu yerde, o gün kimler vardı; Said’ler, Rıza’lar, Nuri’ler...? Ve tarih onlara hangi adı taktı? “Maşa” mı? “İşbirlikçi” mi? “Hain” mi? Vay be; onlar dahi değil miş demek ki bu “sorun”un “kurucu baba”sı değil mi?

* * *

Özkök’ün Öcalan’a yazdığı “açık mektup” adeta yakarışla bitiyor: “Bize ezberimizi bozacak bir şey söyleyin!..”
Düşünün ki bir trajedinin başrolünü oynuyorsunuz... Evet sahne sizin ama tiradınızın tam orta yerinde Macbeth’ken mesela “Öbür dünyayı gözden çıkarır insan. Ama bu işlerin daha burada görülüyor hesabı. Verdiğimiz kanlı dersi alan gelip bize veriyor aldığı dersi. Doğruluğun şaşmaz eli bize sunuyor içine zehir döktüğümüz kupayı...” derken, bir anda Kral Duncan’ın rolünü çalabilir misiniz? Oyunun ortasıyken “erken final” yapabilir ve “kral olma hırsı”nı yenip, haykırabilir misiniz “cadılar tarafından yanlış yönlendirildiğinizi”?
Bugüne kadar hangi oyunun “ezber”i mutat halde “ezber” yapan biri tarafından bozulabildi?
Adına “tiyatro” denen “insanı, insana insanla anlatma sanatı”nda ezberi bozma erki “oyuncu” da olabilseydi eğer başkaydı da; bin yıllık “senarist” ekmeğiyle oynatır mı sanıyorsunuz sizi? Oyuncu ezber bozmaz, sahne sırası geldiğinde rolünün hakkını vermeye çalışır yalnızca!

* * *


Eğer icra ettiğiniz size biçilen “rol” değilse bu oyunda, düşünün bakalım Öcalan olabilir mi bu oyunun senaristi? Sadist ve egoist olduğunu biliyoruz da, kendi kendini paketletme senaryosunu yazabilecek kadar mazohist midir yani?
Mektup kanımca da “aptalca, çocukça, cahilce, manasız” ama; hepsinden vahimi yanlış adrese postalamışsınız Sayın Özkök!
En fazla duvara çarpar, yankı yapar, dünyayı yerinden sallıyor sanırsınız çığlığınız; lakin kısır bir ilüzyon olur boşluğa savrulur o sorular...
Ne diyeyim umarım iadeli taahhütlüdür; yolunu şaşırdığı anlaşılınca aklı selim bir postacı tarafından size döndürülür...
Madem çözümün “kurucu baba”sına mektubunuz, hıh işte o postacıya sorun;
Öcalan’ın avukatlarının aklı A4 kağıdı, ağzı lazer jet yazıcı mı? Nasıl oluyor da yarım saatlik, kırk dakikalık ne kadarsa işte görüşmelerinde, nasıl oluyor da Öcalan’ın kendilerine aktardığı değerlendirmeleri, o anda 6 sayfalık bir siyasal analize dönüştürüp, yine aynı anda terör örgütünün sesi durumundaki “ajans”lar aracılığıyla yayabiliyorlar dünyaya?
Sakın hatanız “insan”a seslenmek olmasın!.. “Sistem”e yönlendirmeliydiniz belki “çomak” niyetine sorularınızı! Sanki Davutoğlu’nun sözlerini bekliyormuş gibi, içeriğine bakınca hiç de spontane olmadığı belli olan, evvelce hazırlanmış bir kurgu çerçevesinde yapılmış izlenimi yaratan, not kağıdı filan değil, “6 sayfalık eni konu yazılmış rapor”un İmralı’dan çıkışını sağlayan “sistem”e?
Kapiş!?
Maskenin arkasında insan aramak temel yanılgınız; maskenin ardı “marka” oysa; imza... İşte o “imza”nın dilini, dinini, vatanını bulacak soruyu sormanızı bekliyoruz önümüzdeki mektupta!
Silahı veren alır diyorsunuz ya; hatırlatayım o silahlar da “markalı”dır; iz sürmenizi kolaylaştırır.
Bu arada, madem “kurucu baba” arıyorsunuz; ki doğru yoldasınız; bir de orjinal metinlerden “Founding Fathers” tarihçesi okusanız...

++++++

Aptalca, çocukça, cahilce
Aslında bu yazı Abdullah Öcalan’a açık bir mektuptur.
Çünkü, ister Kürt, ister Türk olsun, onu dışlayan bir çözümün imkansız değil ama çok zor olduğunu düşünüyorum.
Kim ne derse desin Türkiye’deki Kürt hareketinin “spritüel lideri” odur.
Çözümün “kurucu babası” da o olacaktır. Geçen yıl bir yazımda “İmralı’ya gidip, Abdullah Öcalan’la bir mülakat yapmak istediğimi” yazmıştım.
Logosunda “Türkiye Türklerindir” yazan, Türkiye’nin en etkili gazetesinin 20 yıldır yöneticisiydim ve yapacağım mülâkat çözüme katkıda bulunabilir diye düşünüyordum... Bu isteğimi Ankara’da çeşitli yerlere de ilettim.
Hatta şu mesajı verdim:
“Bırakın ben mülakatı yapayım. Bakalım, çözüme yarayacak bir şey değilse yayınlamayız.”
Çok iyi biliyorum ki, bunlar bir gazetecinin söyleyeceği şeyler değildir. Ama bu arzumun, gazeteciliği aşan bir amacı da vardı. Kürt sorununun çözüme samimi olarak katkıda bulunmak istiyordum.

* * *


Tek arzum “Böyle soru mu olur” demeden açıklıkla, samimiyetle cevap vermesi...
- Demokratik özerklik kavramından ne anlıyorsunuz? Eyalet mi? Özerk bölge mi? Yoksa üniter devlet içinde kalan birşey mi?
- Kendinizi ne olarak hissediyorsunuz; Kürt, Türk, Yarı Türk-yarı Kürt, Sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
- Geçmişte yaptığınız veya PKK tarafından yapılan hangi eylemlerden pişmanlık duydunuz?
- Şu an kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Kazanmış biri mi, yoksa kaybetmiş biri mi?
- 11 yıldır en özlediğiniz şey nedir?
- Cezaevinden çıksanız, Mülkiye yıllarından hangi arkadaşlarınızı görmek isterdiniz?
- Demirel, “Ancak barış yapmayı bilenler savaşmalı” diyordu. Savaşı başlatmak mı daha cesurca bir iş, yoksa barış için silahları bırakma kararını almak mı? Silah bıraktırmaya cesaretiniz yok mu? Varsa bu gücünüzü niye hemen bugün kullanıp tarihi bir adım atmıyorsunuz?
- Bize ezberimizi bozacak bir şey söyleyin. Öyle bir şey deyin ki, hepimiz samimiyetinize inanalım.

* * *


Bu soruları aptalca, çocukça, cahilce, manasız bulabilirsiniz.
“Bebek katiline bunlar sorulur mu” da diyebilirsiniz.
Ben laflara, siyasi pozlara, duruşlara değil, insana bakıyorum.
Çünkü her maskenin arkasında bir insan var.
Çünkü gerçek çözümün, insan dediğimiz varlığın güçlü yanları kadar, zaaflarında, eğer kalmışsa insanca yanlarında bulunabileceğine inanıyorum.
Seslenmek istediğim yer orası.
* Ertuğrul Özkök/ Hürriyet

++++++


Evren’i yargılayacaklardı cenin öldürüyorlar
Üniversiteli öğrencilerin Anayasanın 34. maddesinde yazıldığı üzere “herkes önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” protestosu yaparken polisin, “vurmayın hamileyim” dediği halde bir genç kadını doğuracağı çocuğundan edebilecek kadar kendisni yitirmesinin bir sorumlusu olmalı. Baş sorumlusu Başbakan’dır. Ağzı farklı konuşuyor. Yönetimi tersini yapıyor. Aynı Başbakan halktan ‘evet’ oyu isterken darbe döneminde idam edilen gençlerin isimlerini TV ekranından hatırlatmıştı. Ağlamıştı. Gözyaşları dökmüştü. Ağlarken ileri demokrasi diyordu. Gözyaşları sahte çıktı. Evreni yargılayacağız diyorlardı. Dedikleri de boş çıktı. Başbakan’ın gözlerinden yaş akıtmasının üzerinden 3 ay bile geçmeden; kasklarında kimlik numarası yazmayan polis, üniversiteli hamile kızın ceninini kutu içinde eline vermecesine dövüp, kaldırıma yığdı. Sivil diktaya gidiyoruz! Bunu diyenler haklılar.
* Necati Doğru / Sözcü


++++++

İsmail Dümbüllü oyununu sürdürürken, seyircilerden biri sahneye “hıyar” atmış.
Dümbüllü gayet sakin yerden hıyarı almış. Dikkatle bakmış. “Seyircilerden biri kartvizitini atmış” demiş. Ve müthiş bir kahkaha patlaması... Ardından alkış sağanağı... Dümbüllü’nün zekâ şimşekleri ne yazık ki politikacılarda yok.
* Güneri Civaoğlu / Milliyet


++++++

Yumurtalar demokrasinin tanklarıdır
Bunca yıldır gazeteciyim, benim hiçbir seçim tahminim tutmadı... Ama iktidarların tepe adamları bana ne zaman komik gelmeye başlasalar, işte o zaman kesinlikle seçimi kaybettiler... Beni güldürdüklerinde gittiler’85
Ki bunu muhterem karım da bilir; başbakanlar, bakanlar ekrana çıktıklarında televizyon yerine eğilip yüzüme bakar... Gülüyor muyum, gülmüyor muyum...

*
Ve ben dün itibariyle gülmeye başladım... Başbakan, yumurta atmanın demokrasi ile bağdaşmadığını anlattı. Milletvekilleri “yumurta atmanın demokrasi ile bağdaşmadığını” duyunca, onu uzun uzun alkışladılar. Başbakan da biliyor ki yumurtalar demokrasinin tanklarıdır...
Dün yine yumurtalar sokağa çıktığında düşündüm: Bu ülkenin üniversitelerindeki gençler, otuz yıldan bu yana ilk kez ülke sorunlarına ilgi duymaya başladılar. İlk kez Türkiye’de olup-bitenler hakkında fikirleri var... İlk kez sesleri çıkıyor... İlk kez kendi yazgılarına, kendi geleceklerine el koymaya çalışıyorlar... Ve Başbakan bunun ne anlama geldiğini biliyor... Belli ki anladı: Yaklaşıyor gitme zamanları...
* Bekir Coşkun / Cumhuriyet


++++++

Kim bu gazeteciler?
Yandaş medya günlerdir WikiLeaks belgelerini yalanlamak için adeta yırtınırcasına çabalıyor. Belgelerin yalan, iftira, soysuzluk, hezeyan, dedikodu, soytarılık olduğunu yazıp çiziyor ve söylüyorlar. Bu arada konuyu başka alanlara saptırmak isteyen kimi yazarlar da günlerdir “ajan gazetecilerden” söz ediyorlar. Açıkçası ben bilmiyorum kimdir bunlar, ama yazanlar belli ki biliyorlar ve tarif de ediyorlar. Gördüğüm kadarıyla bu da medya içi bir hesaplaşma ve bir tür “şantaj.” Bu yazar arkadaşların artık iç hesaplaşmaları bitirip eğer varsa Amerika ya da başka ülkelere bilgi veren gazetecileri açıklamaları gerek. Sonuçta yıpratılan ve itibarı düşürülen kendi mesleğimiz.
* Can Ataklı / Vatan

++++++

Hızlı giden oynak at
“Mustafa Kemal ses uyumuna uymuyor diye adını Kamal yaptırmış. Büyük ses uyumuna göre a’dan sonra a’nın gelmesi gerekiyor ya... O yüzden neler çekiyorum. Yıllarca edebiyat öğretmenim adımın üstüne 2 nokta koyup Ergün yaptı... Bu uyumu bulanların kulaklarını epey çınlatıyorum açıkçası...” diye yazan Ergun Babahan’a “eski harfle yazılıp okunması” durumunda adının ne ifade ettiğini hatırlatmış Kanat Atkaya:
“Ergun yazıp okursan ”Hızlı giden oynak at“ demiş olursun.
Yine aynı şekilde yazıp ”Argun“ diye okursan -ki okunur, aynıdır- ”Bir tür iri fare“ veya ”Gizli saklı“ veya ”Kokmuş yemek“ veya ”Zayıf, yorgun“ demiş olursun. Ergün yazarsan (gayın yerine kef koyacaksın) ”Reşit, olgun, uysal“ demiş olursun.
İşte böyle Ergun.
”Sen edebiyat öğretmeninin koyduğu iki noktayı öp başına koy“ demeyeceğim tabii. Zaten başka bir şey de demeyeceğim. Böyle iyi..”


++++++

BDP eski Başkanı Ahmet Türk, “Türkiye’yi artık Ankara’dan yönetemezsiniz” demiş. Niye?
Siz İmralı’dan pekala yönetiyorsunuz!
* Fahrettin Fidan


++++++

MİNİ YORUM
Patolojik vaka....

Birinden olmamaya çalışırken diğerinden olmaya mahkumiyet mi yani şimdi gazetecilik! Ahmet Hakan, Mümtaz’er Türköne’nin “patolojik solcu” dediği gençleri sahiplenmek uğruna, bir başka “patolojik vaka”ya neden olmuş; ülkücü gençleri birlikte anılmayı zannediyorum hakaret sayacakları “o zat”la aynı çizgide konumlandırmış... Kaş yapayım derken göz çıkarmak bu olsa gerek.

Yazarın Diğer Yazıları