Postacı kapıyı iki kere çalar
Kandil ulağına özenip İmralı postacılığına aday olan Ertuğrul Özkök, PKK terörüne onbinlerce evladını kurban eden Türk Milleti’ne ‘acınızı hatırlayın ama bazı şeyleri unutun’ çağrısı yapıp, Öcalan’ın açacağı yolda yürüyeceğini ima etti
Bir kere film ABD yapımı; havasından mı, suyunda mı bilmem ama, ‘genetik kodları’ bizim senaryoyla aynı. (Bizim dediysem ağız alışkanlığı. İmralı’ya bir aidiyet duygumuz söz konusu bile olamaz...)
Bir adama evini barkını açıyorsun. Yediğini, içtiğini paylaşıyorsun. Ama o nankör gelip, en değerli varlığına tecavüz ediyor. Senden olanı ‘devşiriyor’. En sonunda ikisi bir olup ‘ümüğünü sıkıyorlar’.
Daha detay versem, günümüz değerler ortamında bu yazı okunma rekoru kırar farkındayım ama filmi bilen bilir; ötesi pornografi, hatta bir tür Ahmet Altan mazoşizmi. ( Ki Mandela benzetmesiyle figüranlık yapmışlığı vardır senaryoda... )
“Konjonktürel olarak” geçmişte niceleri rol alsa da, “İmralı Postacıları” filminin, yeniden dikkatimizi celp etmesini son itirafçılardan Hasan Cemal’in, PKK’lı Murat Karayılan ile omuz omuza çektirdiği ‘afişlik’ fotoğrafa borçluyuz. Kandil’de kerpiç bir inde Cemal “ulak”, Karayılan da “ferman salan terör ağası” rolünü oynamıştı.
İmralı’ya mesajlar
Bu işbirliği çok sükse yapınca, genellikle şarap festivallerinden bildirmeyi yeğleyen Ertuğrul Özkök, “sahaya inmeye” kararı vermiş ve “Keşke bana izin verilse de ben de İmralı’dan bir mesaj getirebilsem. Ben böyle bir postacılığa hazırım..” demişti. Hak yemeyelim, Özkök’ün önceden de, “teröristbaşı” ile görüşme başvurusu vardı.
Ancak Behiç Kılıç’tan öğrendiğimize göre Öcalan kendisine “bebek katili iftirası(!)”nı atan Özkök’le görüşmeyi arzu etmiyordu. Biliyorsunuz söz konusu İmralı’ysa aslolan teröristbaşının arzularıdır.
Kılıç’ın köşesinden mi öğrendi, yoksa makamında kabul ettiği terörist savunucuları mı aktardı bilinmez. Bilinen Özkök’ün bebek katilinin antipatisini sempatiye çevirmeye çalıştığı. Bakın dün Hürriyet’in manşetine de taşıdığı yazısında ne mesajlar yollamış İmralı’ya: “Türkiye’nin bugüne kadar Öcalan’la gerçekçi bir ilişki kurmaya çalışmamasını tarihi bir yanlışlık olarak görüyorum. Yıllardır ben dahil hepimizin resmi tezi onu “çetebaşı”, “elebaşı”, “bebek katili” sıfatlarıyla adlandırmak oldu. Biliyorum şehitlerin, gazilerin acısını unutmak, unutulmasını istemek insanın içine sindirebileceği bir duygu değil. Ama “hatırlamak”la “unutmamak” arasında çok önemli bir fark var. Acıları hatırlayalım, ama bazı şeyleri de unutalım.”
Hatırlayalım ama unutalım... Bir PKK’lının çıkıp “Öldürelim ama gönüllerinizde yaşatın, biz de katil sayılmayalım” demesi gibi...
Her gece bir parçan eksik uyumaya çalışmak ne demek biliyormusun sen Ertuğrul Özkök?
Bir okul tarandığında ölen öğretmen annen, çatışmada kaybettiğin asker baban, tezkeresine üç gün kala tabutuna kapandığın sevdiğin, mayınla uçan araçtaki hemşire kızın, üzerine titrediğin oğlun, belki tek oğlun, tek evladın, hayatta tututunduğun tek dalın eksildiğinde, onun yüzünü hatırlayıp, parçalanmış bedenini unutabilir misin sen?
Kalbinde kurşun deliği açılan bebeğin babası olsaydın, kan ter içinde sıçramalarının mekanı olan yatağına girebilir miydin bir daha? Bir daha uyumaya cesaret edebilir miydin?
Talimata uydular
Sen “bebek katili”ne yaranacaksın diye, asker üniformasıyla babasını selamlayan o çocukları, onlar üzerinden geleceğe dair beslediğimiz umutları mı unutualım şimdi biz?
Vatan sağolsun diyebilmeyi mi unutalım? Vaz mı geçelim dimdik durmaktan? Tatvan’daki kaymakamın çaresizliğini de unutalım mı mesela? Kumandası Öcalan’ın elindeki oyuncak robotları andıran ‘bölücü vekilleri’nin çizdikleri sınırları? Balıklar gibi yaşayalım mı, ister misiniz?
Birileri bizi yemlesin dursun...
Teröristbaşı savunucularına talimat veriyor: “15 Ağustos’ta bir yol haritası açıklayacağım. O planı hazırlamadan önce herkesin görüşünün bana iletilmesini istiyorum...”
Türkiye’nin en büyük olma iddiasındaki iki gazetesinin Genel Yayın Yönetmenleri de, teröristbaşının talimatına ‘hay hay’ deyip İmralı’ya görüş iletiyorlar.
Ertuğrul Özkök “best-seller” olmaya aday bir kitabın promosyonunu yapar gibi bebek katilinin “Yol haritası”nı tanıtıyor.
Sonra da “yazar”ı hakkında bilgiler veriyor: “1000’e yakın kitap okumuş. Sağlık durumu iyiymiş. Biraz prostat sorunu ve kulaklarında çınlama varmış. Günde bir saat havalandırmaya çıkma hakkına sahipmiş. Ancak avlu çok darmış. Sadece biraz gökyüzünü görebiliyormuş.”
Aylardır kanserle mücadeleye çalışan, kalbi üç günde bir SOS veren, felçi halleriyle terör örgütü yönetmekle suçlanan insanlara dair hassas kantarda tartarak yazı yazan Özkök’e mi kaldı o caninin prostatının derdi?
Bakın devam ediyor: “Dün avukatlarıyla sohbet ettim.Ancak bu açıklama öncesinde Türkiye’de kamuoyu yaratmak istiyorlar.”
Amaçlarının kamuoyu yaratmak olduğunu bildiğine göre, eli kanlı katiller ile milletin vicdanı arasında arabuluculuk için gönüllü olmalı.
Ayşe’yi yolla
Bende “diz çökmüş yalvarıyor” algısı yaratan ifadelerle “çağrı”da bulunuyor teröristbaşına: “Bu güzel ülke hepimizin. Şimdi en önemli adımı ondan bekliyoruz. Bu kararı en kolay verecek insan Öcalan’dır. Ben dahil birçok insan, Kürt hakları ve birlikte yaşama duygusu üzerine çok daha cesur tavırlar alacaktır.”
Erdal Şafak’ın önerileri var sırada: “Acılar bir ölçüde hafifledikten sonra belki Güneydoğu’ya nakledilmesi, cezasını evinde çekmesi gibi seçenekler gündeme gelebilir.”
Düşüncelerini kamuoyunun geniş bir bölümüne ulaştırma imkanı olan “gazeteci”ler Öcalan’a, milletin vicdanında asla karşılığı bulunmayan vaadlerde bulunuyorlar.
Daha acısı, ömrünü hapis geçirecek olan eli kanlı bir katile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin üzerinde bir güç vehmedilmesi...
Özkök postacılığa soyunduğu ilk günlerde “gazeteciler.com” adlı siteden “Ayşe Arman’ı yolla” çağrısı yapılmıştı. Tekrarlıyorum. Empatici Ayşe’yi önce Kandil’e kadın teröristlerle yaşamaya, arkasından da “liderin talimatlarını almak üzere” İmralı’ya göndersin Özkök.
Hiçbirşey yapamazsa hep yaptığını yapar; Arman’ın mağara-kadın-cinsellik temalı hikayelerini perde olarak kullanır, “insani boyut” tartışması sürerken “acılara oralı olmayanlar”a da filmin montajını tamamlayacak zamanı kazandırır.
+++
CUK OTURDU!
GAZETELERİ elime alınca önce manşet üstündeki memelere bakarım.
Eskiden en önemli haberleri oraya koyarlardı, başlığın üstüne ya da yanına. Şimdi memeleri koyuyorlar.
Öbür haberler sonra geliyor; ekonomi nasıl, kriz nasıl, hukuk nasıl, işsizlik nasıl, eğitim nasıl?..
Kısaca memleket nasıl?..
Burada “Memleket nasıl?”ın daha “me...” sinde gözlerim manşet üstüne takılıyor ve otomatik olarak ağzımdan dökülüyor:
“Mee...memeler...”
O küçük muhalefet partisinin genel başkanı da basın toplantısı yapıyor ve ikinci gün gazeteleri açıp bakıyor ki kafası gözüküyor mu?..
Gözükmüyor... Memeler gözüküyor, genel başkanın kafası yok...
Yine basın toplantısı düzenliyor, medyayı çağırıyor, uzun uzun anlatıyor, resimler çekiliyor, poz veriyor genel başkan...
Ertesi sabah gazeteyi alıp bakıyor... Kafası yok... Memeler orada...
Keza bilim adamları, sivil toplum önderleri, sendika başkanları, görüş ve bilgi sahibi önemli insanlar... Çırpınıp duruyorlar, anlatıyorlar, söylüyorlar, açıklıyorlar, ortaya koyuyorlar, bildiriyorlar...
Ertesi gün gazete alıp bakıyorlar, ki kafaları orada mı?..
Yok...
İşte itiraf ediyorum; benim memelerim olsaydı her gün başlık üstünde ya da en azından başlığın kenarında görecektiniz beni... Bir görüş açıklayacağım zaman bir meme, iki görüş açıklayacaksam iki meme...
Ama benim memem yok... Onun için yazı yazmaya çalışıyorum... Diyelim ki saçma sapan “memleket meseleleri” yazdığımda, siz gazeteyi elinize alıp da birinci sayfaya baktığınızda... Dilinizin ucuna gelecek: “Me...Memeler...”
Bekir Coşkun / Hürriyet
+++
Boş boş okursan bent yıkılır!
Şairlerin çoğu ilhamlarını doğadan alır, tabiattan ilham bulurlar. Mehmet Akif, suyu gözlemiş. Su, hürriyeti seviyor. Kim suyun hürriyetini zaptetmeye kalksa; su çıldırıyor, çırpınıyor, köpürüyor. Duvarları zorluyor, bentleri sarsıyor, zaptedilmesi çok zor bir güce dönüşüyor. Mehmet Akif, keskin gözlemlerinin imbiğinden süzerek ve kelimelerden de yıkılmaz kuleler kurarak, “ulusal hürriyetimizi” suya benzetti.
İstiklal Marşımızı yazdı.
Üçüncü kıtası şöyledir:
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;/Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!/Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım/Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.”
Mehmet Akif’i anlayarak okuyan bir başbakanın iktidarında, o başbakanın bakanının sorumluluğunda, o başbakanın bürokratının yaptığı ihalede Artvin İli’nin Şavşat İlçesi’nde yapılan bir su bendi yıkılmazdı.
Çünkü bilirlerdi.
Su hürriyeti sever. Bendini çiğner. Dağları yırtar.
Onu zincirlemeye kalkıyorsan, suya meydan okuyorsun demektir. O zaman su bentlerini çok sağlam yapacaksın, yapımı denetleyeceksin, ihaleyi verdiğin müteahhit malzemeden, betondan, çimentodan çalıyor mu bakacaksın. Bakmıyorsan! Malzemeden çalarlar. Sen çalıyorsun demektir.
Mehmet Akif yaşasaydı!
“Sen hem hırsız olup benden betonunu çalacaksın/Hem suyun hürriyetini gemlemeye kalkacaksın/Be hey gafil, sen ne ızdırap peydahlayan murdarsın” diye yazardı.
Mehmet Akif sevselerdi! Anlayarak okurlardı. Utanırlardı. Bentler sağlam yapılır. 5 yaşında yavru ölmezdi.
Necati Doğru / Vatan
+++
“Nereye gidiyoruz?”
RTÜK’ün Kanal 7 kökenli Başkanı Zahid Akman’ın yerine, Yeni Şafak yazarı Davut Dursun getirildi... Görünen o ki Davut Bey, Zahid Akman’ı aratmayacak... Ona göre Türkiye gibi ülkelerde “laiklik”, aslında bir “din yaratma projesi”ymiş... Silivri’ye gönderilmeyecek kadar şanslı muhalifler, YÖK üyesi Prof. Bülent Serim’in yaptığı gibi bir istifa mektubu yazıp kavgadan çekilmeyi tercih ediyor... Bıkmadan usanmadan “Nereye gidiyoruz” diye soran okurlar... Nereye gittiğimizi hâlâ göremiyorsanız, ben mi göstereceğim?
Mustafa Mutlu / Vatan
+++
MİNİ YORUM
Servisin belgesi
Bu ne ilk, ne de son olacak.
Star’ın “özel haber”i Yenişafak’ında
manşetinde.
Veyahut tam tersi...
Çünkü yapılanın adı özel haber değil, özel servis.