Peki gerçek ne?
Gerçek o ki, Türkiye kötü yönetiliyor.
Kurumlar hem kendi içlerinde hem birbirleriyle kavgalı. Dedikodu, israf, lüks düşkünlüğü, gıybet, iftira, tezgâh, entrika sıradan işler haline gelmiş.
Ebu Hureyre Medine Valisi Mervan’a vekâlet ettiği günlerde çarşı pazarı, üzerine semeri bağlanmış eşeğe binmiş ve hurma liflerinden örülmüş bir başlıkla dolaşırmış. Yine anlatıldığına göre Ebu Hureyre uzak bir ile vali tayin edildiğinde kılık kıyafetinin eskiliğinden fark edilmemiş, hatta pazar yerinden geçerken adamın biri kendisine seslenip, “Hey adam, bana bak. Yükümü taşı da sana birkaç kuruş vereyim” demiştir. Vali Ebu Hureyre de adamın yükünü yüklenmiş, güç bela taşırken kendisini tanıyan biri çıkmış ve yükün sahibine, “Yahu ne yapıyorsun, bu yeni valimizdir” diye uyarınca, Vali Ebu Hureyre, “Telaşa kapılmayın, ben zaten buraya halka hizmet için gönderildim” demiş.
İşte bu Ebu Hureyre dahi Ebû Zerr el Gıffâri’tarafından, “Sen devlet hizmetine talip oldun” diye yanından uzaklaştırılmıştır. Gıffâri, zamanımız yöneticilerini görseydi ne derdi acaba? “Öyle zamanlar gelecek ki, devlet adamlarından alınan dünyalıkların karşılığı dinden taviz vermek olacaktır” diyen de Gıffâri hazretleridir.
Bugün Gıffari’nin söylediği o günlerde değil miyiz?
Dinden taviz verilerek yükselinen kurumlar yok mu?
Hatta, dinci diye suçlanan kurumlarda bile, devletten alınan makamların bedeli olarak en azından “Haksızlık karşısında susma” tavizi verilmiyor mu?
İyi de bizim suçumuz, daha doğrusu halkın suçu ne?
Suçumuz, kendimizi düzeltmeyişimiz. Hangi birimin içinde ve başında olursa olsun yönetici dediğimiz kişiler başka ülkeden ithal insanlar değil. Onlar bizim oğlumuz, kardeşimiz. Babamız, kızımız, amcamız, dayımız. Yani biz büyük bir deniziz, onlar da bu denizin içinden alınarak makam dediğimiz devlet kabına boşaltılmış kişiler. Biz onları daha o makamlara göndermeden, kendi içimizdeyken, o makamları hak edecek kıvama getiremediysek, aslında onları suçluyorken, kendimizi suçluyor değil miyiz?
Allah Resulü değil mi, “Siz nasılsanız öyle yönetilirsiniz!” diyen?
H. Basri’nin talebelerinden ve evliyanın büyüklerinden Mâlik bin Dînâr, “Tevrat’ta şöyle yazılıdır” der ve nakleder:
“-Allah buyurdu ki; hükümdarların kalbleri Benim elimdedir. Hangi kavim Bana itaat ederse hükümdarları onlara rahmet vesilesi yaparım. Hangi kavim de Bana âsî olursa, hükümdarları onların üzerine belâ olarak gönderirim. Siz kendinizi hükümdarlara sövmekle meşgul etmeyiniz. Bana tövbe ve istiğfar ediniz ki onları size iyilikle müteveccih kılayım.”
Kendimizi düzeltmeden başkalarını, yani yöneticilerimizi düzeltmek, işte çoğumuzun yaptığı budur. Nefsime söylüyorum, kendimi düzeltmeye gücüm yetmiyorsa, başkasını düzeltmeye gücüm nasıl yeter? Bu, eğri cetvelle doğru çizgi çizme gayreti değil midir?
Abdullah bin Mervan devletin başına geçtiğinde yönettiklerine şu nutku boşuna irat etmiş olamaz:
“- Ey idârelerini üzerime aldığım cemaat, sizi insafa davet ediyorum. Siz bizden Ebû Bekir ve Ömer gibi olmamızı istiyorsunuz. Fakat kendiniz onların cemaati gibi değilsiniz. Cenâb-ı Hakk’ın bizleri birbirimize yardımcı yapmasını diliyorum.”
Evet, kötü yönetiliyoruz, bu kesin.
Bunda yönetenin de yönetilenin de suçu büyük, bu da kesin.
Peki ne olacak?
Olacağı şu..
Şayet bu gidişattan gerçekten şikâyetçi isek birbirimize yardımcı olmak zorundayız. Alt düzelirse üst de düzelir, üst düzelirse alt da düzelir. İkisi birden düzelmeye niyet ederse, bu iş çabuk olur.
Yok, şikâyetimiz, çalıp çırpanların, yiyip yutanların yerini almak için ise, yani, onlar kalksın biraz da ben oturayım, biraz da ben yalayıp yutayım kavgası ise bu kavga, Allah bizi bu kavgadan uzak eylesin.