Özgürlük köleliktir(!)

Silivri Cezaevi nüfusu sürekli artıyor. Son Odatv ve gazeteci tutuklamalarına ek olarak kalp hastası olan Prof. Mehmet Haberal da hastaneden cezaevine nakledildi.
Bu arada sanıklara
ve sanık avukatlarına da deliller tam olarak açıklanmıyor.
Aslında bu durumu edebi açıdan en iyi Kafka’nın Dava adlı kitabı yansıtır ama ben bugün bir başka başyapıttan söz edeceğim:
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört.
Asıl adı Eric Arthur Blair olan George Orwell, 1984 adlı kara ütopya romanını yazmadan önce, Hayvanlar Çiftliği kitabı ile zaten üne kavuşmuştu.
1949 yılında, 47 yaşındaki erken ölümünden ancak bir yıl önce basılan 1984, ününe ün kattı.
Orwell, totaliter rejimlerin egemen olduğu yıl olarak belirlediği 1984’ten 30 yıl sonra, insanlığın 21’inci yüzyılında, 1940’lı yıllarda çizdiği resmin hâlâ “gerçek ve yakın” bir tehlike oluşturduğunu görse acaba ne derdi?

***


1984’te, dünya üç büyük devlete bölünmüştür:
Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya.
Kitap bu devletlerden Okyanusya’da geçer. Bu devletlerin hepsi birbirleriyle sürekli savaş halinde bulunmaktadır.
Ama zaman zaman Okyanusya’nın düşmanı ve müttefiki değişmekte, tarih de hemen bu güncel gerçeğe göre yeniden değiştirilmekte ve yeniden yazılmaktadır.
Okyanusya’da insanlar devamlı olarak, devlet yani devlete egemen olan parti tarafından izlenmektedir. Her yerde çift taraflı görüntü veren tele-ekranlar vardır.
Bunlar hem yayın yapar, hem de bulundukları yerdeki ses ve görüntüleri merkeze taşır.
Hiç kimse hiçbir zaman bunların denetim alanının dışına çıkamaz!
İnsanların düşünceleri ise “Yenisöylem” diliyle biçimlendirilmektedir.
Çünkü bu dil bireyleri sadece partinin istediği biçimde düşünmeye ve düşüncelerini de bu biçimde ifade etmeye koşullamaktadır.
Zaten ayrıca bir “Düşünce Polisi” de kurulmuştur.
Devletin ya da devleti denetleyen Parti’nin belirlediği düşüncelerin dışına çıkanlar, mevcut düzeni sorgulamaya çalışanlar bu polis tarafından izlenir, yakalanır ve işkenceden geçirilerek beyinleri yıkanır, “düzeltilir”.
Parti görüşlerinin yani ’devlet’ düzeninin egemenliği “çiftdüşün” yöntemiyle sağlanır:
Yani insanların tüm düşünceleri ve yaşamları sadece “yenisöylem” diliyle değil, “çiftdüşün” sistemiyle de biçimlendirilir.
“Çiftdüşün” düzenini kuran ve işleten egemen partinin sloganları şunlardır:
Savaş barıştır.
Özgürlük köleliktir.
Cahillik güçtür.

***

Ben 1984’ü ilk kez, 1958 yılında, Doğan Kardeş Yayınları’nın “Işık Kitapları” dizisinin beşinci kitabı olarak V. Turhan ve S. Tonguç çevirisiyle yayımlandığında okumuştum, lise son sınıftayken.
Sonradan başka çevirileri de çıktı.
Orwell’in bu muhteşem totaliter düzen eleştirisini Celal Üster yeniden tertemiz bir dille Türkçeye çevirdi.
Kitabın başına da “Bir İnsanlık Karabasanı” başlığıyla harika bir çözümleme yazmış.
1984’ü, yirmi yaşındayken ikinci kez okuduğunda Mamak Askeri Cezaevi’nde olduğunu belirtiyor ve kendi yaşamıyla romanın kahramanı Winston’un yaşamı arasındaki koşutluğa işaret ederek şunu söylüyor:
“Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, benim yaşadığım hücreler ya da koğuşlardan başka bir şey değildi.”
Merak ediyorum, acaba Silivri’de yatanlar Kafka’nın Dava’sını veya Orwell’in 1984’ünü okuduklarında ne hissediyorlardır?
Emre Kongar / Cumhuriyet

+++

Altına hücum...

Bir zamanların Amerika’sındaki “altına hücum” gibi bugünlerde de ülkemizde “Meclis’e hücum” var. Bürokraside neredeyse adam kalmadı. Bürokrasi dışında da hummalı bir hazırlık var adaylığa doğru...
Son yıllarda liderin önünde ceket ilikleme ve parmak indirip kaldırma mesleğine dönüşen milletvekilliğinin nedir bu cazibesi? Neden millet gül gibi işini bırakıp Meclis’e koşuyor?
Özetle anlatalım, cazip olup olmadığını görünüz...
Milletvekili maaşı bugün itibariyle 9 bin 500 lira civarındadır. Aynı zamanda emekli ise 2 bin 500 lira daha alır. Kendisinin, eşinin ve bakmakla yükümlü olduğu birinci derece yakın akrabalarının sağlık hizmetleri için herhangi bir para ödemez. Yılda iki maaş tutarında telefon parasını TBMM öder. Üyeliği bittiğinde ömür boyu aylık 5 bin lira emekli maaşı alır. Milletvekili iken suçüstü yakalanmadıkça dokunulmazlığı vardır. Sahip olduğu kırmızı pasaport sayesinde her ülkeye vizesiz girebilir. Başkanlık divanı üyesi, parti grup yöneticisi ya da ihtisas komisyonu başkanı olması halinde kendilerine kırmızı plakalı makam aracı tahsis edilir. Halen her milletvekilinin bir danışman, bir sekreter çalıştırma hakkı vardır. Önümüzdeki yasama döneminde iki danışman çalıştıracaklardır. Unutmadan ekleyelim; Meclis lokantasında çorba 75 kuruş, ızgara köfte 2.5 liradır. Yukardan gelen talimata uygun parmak indirip kaldırdıkça işten atılma ihtimali yoktur. Ne dersiniz? Memlekette bundan daha kıyak bir iş var mı?
Melih Aşık / Milliyet

+++

Derin devlet çöktü

Mehmet Haberal hastaneden alınıp hapishaneye konulmadan, derin devleti çökertmek mümkün olmayacaktı.
Yani bütün iş gelip Mehmet Haberal’ın hastaneden hapishaneye nakline dayanmıştı.
Ve sonunda bu da
gerçekleşti.
Gerçi Mehmet Haberal, yine bir üçkâğıt çevirip Silivri’ye nakledilir nakledilmez, bazı organlarını harekete geçirip rahatsızlanmış gibi yaptı ama olsun, sonuçta Silivri’yi kıyısından bucağından tatmış oldu.
Bundan sonra geriye tek bir tehlike kaldı.
O da Mehmet Haberal’ın Ergenekon propagandası yapmak amacıyla öteki dünyaya firar etme tehlikesidir.
Ahmet Hakan / Hürriyet

+++

Soru: Milletvekili olmak çoğu kişi için neden cazip?
Yanıt: İşadamlığına giden en kestirme yol olduğu için...
Haldun Ertem

+++

Çandar ABD bürokrasisinin neresinde?

“Sol” haber sitesinde çıkan bir yazıda ise Cengiz Çandar’ın hayatı şöyle özetlendi.
“1971’de Filistin’de gerillalık yaptığı dönemin ardından yıllar sonra, MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas’ın adamı haline gelen, ardından Turgut Özal’a danışman olan Çandar, CIA ajanı Graham Fuller ile yakın çalışmış ve NATO seminerlerinde “eğitimcilik” yapmış bir Amerikancı olarak ün yaptı. Somut örneklerin yanı sıra yazılarıyla da ABD’ciliği ayyuka çıkan bir isim olarak tanınıyordu.” Yazıdan başka bir bölüm daha aktaralım.
“Çandar’ın karanlık siyasi tarihi, her ayrıntısıyla Soğuk Savaş boyunca ABD çıkarına göre konumlandığını ortaya koyuyor.
Sabah gazetesinde 1998 yılında yazdığı bir yazıda, kendisinde “anti-Amerikan duyguların zerresinin bile kalmadığı”nı itiraf eden Çandar, 1999 yılında ABD Dışişleri’ne bağlı USIP’de (United States Institute of Peace) burslu olarak eğitilip çalıştırılmış, bursu bitince CIA ve Pentagon’a yakın Wilson Vakfı’ndan bir yıllık burs almış, bu da bitince Graham Fuller ile ortaklaşa makaleler yazmıştı. 1982 yılında, CIA’in Yakın Doğu ve Güney Asya ulusal istihbarat görevlisi olarak atanan, 1986 yılında da teşkilatta Ulusal İstihbarat Konseyinin başkan yardımcılığı görevine yükselmiş olan Fuller, ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesinin mimarlarından biri olarak tanınıyor.”
Cengiz Çandar, Odatv’ye yapılan baskını ve ardından gelen tutuklamaları eleştiren ABD Büyükelçisi’ni yerden yere vurmuştu, hem de büyükelçinin yüzüne karşı... Çandar geleceğini tamamen AKP’nin geleceğine bağlamış demek ki, ya da ABD bürokrasisi içindeki yeri Büyükelçisi seviyesinden yukarıda olmalı.
A. Metin Akpınar / odatv.com

+++

Eşek de çevirir ama!..

Ankara’daki rezilliği görüyorsunuz değil mi?
Deniz Baykal’a komplo kuruluyor, bir kadıncağız randevu alıp gidiyor, Deniz Baykal, küçücük odaya aldırıyor, eliyle, ağzıyla taciz ediyor, böyle anlatıyor.
Baykal haklı, bir komplo daha, adı çıkmış ya!
Diyor ki:
“Bir komplo kurulduğunu hissettim, uzak durdum, tuzağa düşmedim. Kılıçdaroğlu’na da gidip, benimle ilgili bu iddiaları söylemiş!”
Baykal ne diyor:
“Eğer bana gelip, Kılıçdaroğlu için böyle şeyler söyleseydi, Kemal Bey’i arar, kendisine kurulmak istenen komployu hemen anlatırdım!”

***

Baykal yanlış mı söylüyor?
Hayır!
Yanlışın alasını Kılıçdaroğlu yapıyor, diyor ki:
“Deniz Baykal’ı aramadım, çünkü iddiayı ciddiye almadım, Deniz Bey’i rahatsız etmek istemedim!”
Maşallah, Sayın Kılıçdaroğlu, siz ki böyle bir komplonun sonunda CHP’ye genel başkan oldunuz, bu iddiayı ciddiye almıyorsunuz. Pes!
Galiba seçimde oy verecek sandığı bulamamanız, yürüyen merdivene ters binmeniz, sizin ciddiyet anlayışınıza bağlı...
Hayırlı olsun!

***


Bir başka soru?
“Ben gazeteciyim, diye telefon edip, randevu isteyene sormazlar mı? ’Kimliğin nerede?’diye demek sormuyorlar...
Adam ya da kadın ben gazeteciyim dedi mi yetiyor.”
Eline makası alan berberden bile ruhsat soruluyor, gazeteciyim diyenden böyle bir şey sorulamıyor.
Her önüne gelen, gazeteci...
Adamın biri demiş ki:
“Devletin değirmenini bir eşek de olsa çevirir!”
Şair Eşref ağzının payını vermiş:
“Çevirir ama anasının örekesine çevirir.”
Hasan Pulur / Milliyet

+++

El âlem kiraz, biz keriz ağacı...

İnsanı doğa’da, doğa’yı insan’da gören Japonya’nın depremlerden nasıl ders aldığını,8.9’luk kıyamette bile binalarının yıkılmadığını gördük... Peki, ya Yalova?
Enerji Bakanlığımız tarafından 67 tane maden arama ve işletme ruhsatı verildi. Bu madenruhsatları, Yalova ormanlarının yüzde 37’sini kapsıyor. Orman İşletme Müdürlüğü’nünraporuna göre, sıkı durun, 6 milyon 996 bin ağaç kesilecek! Meşe, kayın, kestane, ıhlamur, karaçam, fıstıkçamı, kızılçam, gürgen ve tabii kiraz... 6 milyon 996 bin ağaç kesilecek!
Üstelik, söz konusu ruhsatlar, altın, bor filan gibi değerli madenler için verilse, belki kâr-zarar hesabı yapılabilir... Bizzat valilik diyor ki, bu ruhsatlar, değerli madenler aramak içindeğil, Körfez Köprüsü ve otoyol için gerekli olan taş ve kumu çıkarmak için veriliyor!
Uzun lafın kısası...
El âlem, kiraz ağacı.
Biz, keriz ağacı.
Hani hep şikâyet ederiz ya,
depreme karşı hiçbir şey yapılmıyor diye... Hiçbir şey yapılmasa, ben kendi payıma razıyımkardeşim... Bari ormanlarımızı ellemeyin de, enkazdan kurtulursak altına çadır kuracağımız bi ağacımız kalsın hiç olmazsa!
Yılmaz Özdil / Hürriyet

Yazarın Diğer Yazıları