Örgütsel faaliyetlerimi yapabilmek için onun uyumasını bekliyordum!
Flaş... Flaş... Flaş... “Terörist gazeteci” emniyet müdürü olan eşinden gerçek kimliğini nasıl gizlediğini açıkladı!
Aziz Nesin yaşıyor olsa bir Müyessername çıkarırdı onun hikayesinden...
Kocası Emniyet Müdürü, evinin önünde 7/24 polis bekliyor ve o öyle zeki, öyle akıllı bir terörist ki yıllar boyu saklayabiliyor gerçek kimliğini!
Ama...
O aynı zamanda öyle “gerizekalı” (bu kendisinin ifadesi) bir terörist ki, “örgüt liderleri”nden aldığı talimatları polisler gelip “elleriyle koymuş gibi” bulana kadar özenle saklıyor bilgisayarında; çeyiz gibi!
Okurken size şaka geliyor belki ama durumun trajikomiklik potansiyeli değiştirmiyor Yıldız’ın 12 aydır tutuklu olduğu gerçeğini...
Gözaltına alınışının hem 1. Ümraniye İddianamesi’ne telefon konuşmalarını ekleyen savcı Zekeriya Öz’e, hem de Sabah ve Zaman gazetelerine açtığı davaların duruşmalarının hemen sonrasına denk gelmesi... Bilgisayarında bulunduğu iddia edilen “örgütsel döküman”ların bilimsel olarak “Nuri Alço çetesinin bulaştırdığı virüs”ler(!) olduğunun ispat edilmiş olması... Ve daha bir sürü “garabet”i bir kenara bırakıp sadece dertleştik Müyesser Yıldız’la; “kadın kadına”!
Yüzyüze değildik ama zor olmadı anlamak birbirimizi... O Silivri’de kaldığı koğuşta semaverde çay demledi, ben kar dolayısıyla mahsur kaldığım evimde yudumladım; bu arada ellerinize sağlık Müyesser Hanım mis gibiydi!
Hep önde olan işi olsun istemiş. Yaptığı haberler, yazdığı kitaplar konuşulsun ama kendisi hiç! Bir de üzerine içeride “sapıkları sevindirmemek” gibi bir hassasiyet geliştirmiş; anladım, kan kussa “kızılcık şerbeti” içtim demeye kararlı bu süreç boyunca.
Bu arada sohbetin başında Başbakan Erdoğan giriyor aramıza! Valla... Yıldız koğuşundaki televizyonda Erdoğan’ın “Anter Anter’in nasıl simite hasret bırakıldığını anlattığını” duyunca, onun cevabını da sıkıştırıyor araya:
“Ben de burada çok sevdiğim simide hasretim. 12 aydır ona hasret bırakıldım. Anter’in başına kimin, neler getirdiğini bilmiyorum ama benim başıma kimin, neler getirdiğini biliyorum! Eh artık benim için de Sayın Kılıçdaroğlu veya Sayın Bahçeli üzülsün bari!.. ”
Anneciğim polisler geldi!..
“O sabah”tan başlıyoruz. Yine böyle mis gibi çay kokusu sarmış her yanı. Kapıları çalındığında mutfakta oğluna kahvaltı hazırlıyormuş:
“Kapı çaldı, eşim açtı. ‘Kimliğinizi ve arama izninizi görebilir miyim?’ dediğinde ağabeylerin geldiğini anladım. İçeri buyur ettik. Galiba ilk düşündüğüm eşimin konumu oldu. Yüzüne baktığımı hatırlıyorum. Soğukkanlı olduğunu görünce rahatladım. İkinci olarak da banyodan çıkınca şok geçirmemesi için oğluma seslendim. ‘Anneciğim polisler geldi, evi arayacaklar. Ona göre çıkarsan...’ gibi bir şeyler söyledim. ‘Ya şimdi okula gitmezse, nasıl ikna edeceğim’ diye düşündüğümü hatırlıyorum. Nitekim kahvaltı da yapmadı, okula da gitmedi.”
Genelde “şafak operasyonu” biçiminde olurdu bu ziyaretler, onların kapısını çalmak için sabahın sekizine kadar(!) beklemişler. Yarı şaka yarı ciddi şöyle anlatıyor:
“Sonradan polisler söyledi, “izliyorlar” ya, her sabah yürüyüşe çıktığımı bildikleri için lütfedip dönmemi beklemişler. Aksi halde 05’te falan kapımı çalmaları lazımdı. Bence eşim emniyetçi ya “kıyak” çektiler, “bari son yürüyüşünü de yapsın” dediler.”
Milletler de sarhoş olur
12 ay... Onlarca hafta... Yüzlerce gün... Binlerce saat... Onbinlerce dakika... Kendisiyle baş başa kaldığı bunca zaman “düşünmüş”. Önce dostlarını, meslektaşlarını sorgulamış:
“Zor zamanlarında düşmanlarımın bile yanında oldum... Haliyle aynı şeyi bekliyorsun ‘dost’ bildiklerinden... Bir selam, iki satır mektup, ne bileyim oğlumu arayıp ‘Birşeye ihtiyacın var mı?’ diye sormak... Ama ‘herkes insan ve cesur olmak zorunda değil ki’yi kabullendim artık.”
Sonra “siyaset kurumu” ve “siyasetçiler”e kafa yormuş:
“Onlar görevlerini layığıyla yapsa, biz bunları yaşamazdık. Gidişatı kavrayamadılar, hala da kavramış değiller. Kavradılarsa bile bir plan, projeleri yok, sürükleniyorlar. Ve maalesef her şey onların olumsuz da olsa katkı verdiği yasalar sayesinde yaşandı, yaşanıyor, yaşanacak.”
Ve elbette ona “bu tuzakları kuranları”:
“Ne kadar ahlaksız ve korkak olduklarını düşündüm. Ve onların karşısında devleştiğimi hissettim. Benden bile korktuklarına göre, basbayağı zavallı bir güruh bunlar. Sadece namertlik, kahpelik, ar damarsız olmakla mesafe alıyorlar, şimdilik!..
Süreçte en büyük moral kaynağım, Ziya Gökalp’in o meşhur tespiti oldu:
“Bazen milletler de sarhoş olur” demiş ya...
Sadece millet değil, bu işleri yapanlar da sarhoş. Elbet ayılacaklar. İnşallah o ana kadar çok ağır bedeller ödememiş oluruz.”
Ya beni bırak ya emniyeti
Bir sürü kişiyle, kurumla yüzleşmiş ama sıra “30 yıldır yengesi olduğu” emniyet teşkilatına gelince içi yanmış:
“Eşim gerçekten işini dört dörtlük yapan, bu uğurda bizleri ihmal eden biriydi. ‘Terörist kocası’ yapılması kaldırılabilecek, hazmedilebilecek bir muamele değildi. (Kendisi de ‘terörist’ sıfatını hazmedememiş; ta ki İlker Başbuğ da Silivri’ye getirilene kadar. “Sayın Başbuğ da buraya geldikten sonra “demek ki iyi bir şey” diye düşünmeye başladım” diyor) İstanbul Emniyetinde gördüğüm ve yaşadıklarım kelimenin tam anlamıyla şok ediciydi. 30 yıldır ‘yengesi’ olduğum teşkilat, bana ‘terörist’ muamelesi yapmıştı. Cezaevine konulduktan sonra eşimi ilk gördüğümde söylediğim ‘Ya beni, ya emniyeti bırak’ oldu.
İlk aklıma gelen boşanma davası açmaktı. ‘Keşke onu ikna etsem de o açsa’ dedim. Böylece ‘Ergenekoncu karısını’ boşamış birisi olur, omzuna yüklenen bu haksız ve ağır yükü bir miktar hafifletirdi.”
Allah’tan bu “çılgın proje”nin aklına düşmesiy üniversite öğrencisi olan oğlu İlim’in yurtdışına gidiş süreciyle çakışmış da, sessiz sedasız rafa kaldırmış...
Şahin tanık, İyimaya suç ortağı
Tabii bunlar işin “yakayı ele verdikten” sonraki kısmı. Benim asıl merak ettiğim mevzu başka:
Eşiniz şüphelenmedi mi sizden? Siz yemek yaparken “bomba düzeneği mi kuruyor” diye kuşkulandığı, yanınızda uyurken “ya canlı bombayla beni de havaya uçurursa” diye huylandığı, soğan doğrarken “mutfakta göz yaşartıcı bomba mı var” diye müdahaleye yeltendiği olmadı mı hiç: bunca yıl nasıl gizleyebildiniz kendinizi? (Şaka değil, bir emniyet mensubunun eşini teröristlikle suçlayıp bunları sormadılar mı yani!!!)
“Tabii bu özelliğimi yıllarca bir emniyetçiden saklamak da marifet... Ama faaliyetlerimi onlar ayaktayken yürütmüyordum, yatırdıktan sonra...
Onlar yattıktan sonra AB, ABD, Barzani cenahındaki gelişmeleri okuyor, sabah için ‘militanlarıma’ götüreceğim malzemeleri hazırlıyordum. Sabah da erkenden kalkıp doğru ormana... ‘Militanlarımın’ önce karınlarını doyuruyor, sonra ‘eğitimlerini’ yapıp, talimatlarını veriyordum. Tilkilerimden söz ediyorum. Yiyecek götürdüğüm kuşları ve köpekleri saymıyorum. Çünkü asıl örgüt elemanı “tilkiler”. Niye mi? Anne tilkimizin adı Asena da ondan. Daha dehşetini söyleyeyim bu ‘militanların’ eğitimine bir iki kez Mehmet Ali Şahin Bey (Meclis Başkanlığı seçimlerine hazırlanırken bizim ormanda form tutmuş, giderken de buralar sana emanet dağlar kızı demişti) tanık olmuş, AKP’li Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya da hemen her sabah gelip bu çalışmalarımıza refakat etmişti!.. Şifreli bilgilerde de kurye olarak Alzheimerlı anamı kullanıyordum, onun için hiçbir şeyi çakmadılar. Daha komiği bizim kapımızda 24 saat polis bekliyor. Yani sadece kocamı değil, kapımızın önündeki, zaman zaman evimize giren polisi de atlatmışım ve ‘terörist faaliyette’ bulunmuşum, düşünebiliyor musun?”
İşin ironik kısmı bir yana, “Devletime yakışan beni savcılığa davet etmesiydi, evimi basması değil. En önce eşim kulağımdan tuttuğu gibi götürürdü. Bu hal benden önce devlete, devletin itibarına, şerefine vurulmuş bir darbedir. Bir de bizleri devletin şahsiyetine halel getirmekle suçlamıyorlar mı, ört ki ölem!.. Öncelikle şu tabloyu düşünmesi gereken polis ve savcıydı. Ama Savcı Zekeriya Öz, “Koca Emniyet Müdürünü, kapıdaki polisi nasıl atlattığımı” değil, polisle ilgili haber yapıp yapmadığımı, eşimden bilgi alıp almadığımı sordu ne yazık ki!” diyor.
Bu zor dönemde aile boyu “başarılı bir sınav” verdiklerine inanıyor. Ama kocasının yeri başka:
“Görüşmelerimizde ‘Bana bak rahatlığa fena alıştın, dışarı çıkınca da benden özel kalem müdürlüğünü, basın müşavirliğini yapmamı bekleme’ diye takılıyor zaman zaman. Ne diyeyim Allah ondan razı olsun.”
Banu Avar şimdiden “Yılın kocası” ilan etmiş bile Naci Uğur’u!
VARDİYA BİZDE’YE KAZAK TEŞEKKÜRÜ
Ödüm koptu unutacağım diye... Mustafa Mutlu, Müyesser Yıldız’ın Silivri’de “üşüdüğünü” yazınca, cezaevi önünde nöbet tutan asker eşlerinden oluşan Vardiya Bizde Platformu üyeleri bir kazak örüp göndermişler. Sıcacık olmuş içi! “Çok önemli, lütfen...” diyor ve teşekkürünü iletmemi istiyor Yıldız. İletelim tabii:
Müyesser Yıldız’dan size teşekkür var Vardiya Bizde Platformu üyeleri!
Yıldız “Yargılamamız gazete manşetleri ve Ankara’da yapıldı. Hükmümüz de çoktan verildi” kanaatinde. Davanın “hukuki” değil “siyasi” olduğuna inandığından kendi adına umudu yok ama “kriterleri”ne uyanlar için hiç de zor değilmiş “tahliye”.
Bülent Arınç’ın, sözlerine atıf yapıyor. “Delikanlılık yapmama, uslu uslu oturup şükretme” şartlarını yerine getiren yahut getireceğine dair ümit vaat edenler pekala oturabilirmiş “tahliye müzakereleri”nin görüşüldüğü masaya!
Peki ya hiç bu pazarlıklara girmesine gerek kalmazsa... “Hukuk kesin dönüş” yapar da tahliye olursa?
O gün geldiğinde en çok yapmak istediği şeyi söylüyor:
“Bir gün çıkarsam ve Allah anama ömür vermiş olursa önce ona giderim. Son günlerde beni hissedip pıtır pıtır ağlıyormuş...”
Ya Silivri’nin kapısından çıktığı an, bakın ne varmış aklında:
“Silivri dışına çıktığım anda galiba vatan toprağını öpüp, elleyeceğim. Yol boyunca oğlumla doya doya telefonda konuşurum. Sonra anam... Ve doğruca Ankara, Anıtkabir. Atam’a hesabımı vermeye. İlk fırsatta da KKTC’ye, Denktaş babaya Fatiha okumaya...”
Tutuklanmadan önce Yıldız’ın elinden
düşürmediği kitap manidar: Malta Sürgünleri!
EYLEMLERİME CEZAEVİNDE DEVAM EDİYORUM
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, hakkında fezleke hazırlanmasına sebep olan konuşmasında “toplama kampı”na benzetmişti, MHP lideri Devlet Bahçeli ise “Bekirağa Bölüğü’nden farkı kalmadı” dedi. İktidara sorarsanız da “ileri demokrasinin kalesi” Silivri! Ama en iyi yaşayan bilir tabii. “Toplama kampı da, Bekirağa Bölüğü de değil. Daha beter bir şey hissediyorsun burada” diyor Müyesser Yıldız.
“Dışarıdaki” gazeteciler çok tartıştı bu konuyu:
İçerde olmak mı, dışarıda olup bir gün benim de kapımı çalabilirler korkusuyla yaşamak mı?
Bu kez “içeriden” geliyor cevabı:
“Burada şimdilik sadece bedenimiz tutuklu. Beynimiz ise sınırsız özgür çok şükür, özgürleşti, özgürleştirdiler. Ben, 12 Eylül referandumundan sonra yazmayı hemen hemen bırakmıştım. Burada yeniden başladım. Yeni ”terörist faaliyetlere“ devam ediyorsam, failleri beni buraya tıkanlardır. Her işte bir hayır var; galiba Rabbim bana da ”Silivri“ dedi! Dışarıda kaç kişi kaldı yazan, yazabilen, söyleyen... Gözlerinin önündekini dahi göremez oldular...”
Cezaevi hatırası! Yıldız oğlu İlim’le en son
bu açık görüşte biraraya gelmiş
Silivri’deki tek “tutuklu anne”
Delikanlılık anayı evlattan ayırmak mı
Müyesser Yıldız’ı Silivri’nin bütün diğer “gazeteci terörist”lerinden, “asker terörist”lerinden, “bilim adamı terörist”lerinden ayıran çok önemli bir özelliği var. O içlerindeki tek anne! Ona evlat hasreti çektirenlere çok basit, çok net bir soru soruyor:
“Ne kadar kızarsan kız, bir anneyi, bir kadını hapse tıktırmak delikanlılığın neresinde yazıyor? İntikamını aldıklarını söyledikleri ” ceberut “ 28 Şubat sürecinde bile böyle bir şey yaşanmamış!..”
Anayı evlattan ayıran bir zulüm karşısında sözün hükmünün kalmadığına inanıyor:
“Galiba 160 gün oldu oğlumu görmeyeli. 15 günde bir telefonla 10 dakika konuşuyoruz. Ama bundan da bir hayır çıktı. ’Bilgisayar varken elle yazmak gereksiz’diyen oğlum şimdi öyle tarihi mektuplar yazıyor ki, gurur duyuyorum. Her sabah onunla kahve içmeyi, kahvaltıda beyin fırtınası yapmayı çok özledim. Biraz yavaş olduğundan otobüse yetişebilmesi için ’Hadi oğlum hadi’ demeyi bile... Ne yiyip içiyorlar, İlim sabahları uyanabiliyor mu (çok zor kalkardı), okula yetişebiliyor mu diye düşünüyorum. Ve canım oğlumun neler hissettiğini!.. Çünkü yegâne arkadaşı bendim, duygu ve düşüncelerini sadece benimle paylaşırdı. Bir zulüm ki, anayı evlattan ayırdıktan sonra dibe vurulmuştur, söz bitmiştir. Orada korku falan kalmaz, duvarlar yıkılır, aşılır...”
Bir tek şeye ahdetmiş: “Kindarlık fıtratımda yok ama oğlumun ve eşimin her bir damla gözyaşının hesabını er-geç soracağım.”
Dışarıdaki gazeteciye notlar
Tutuklandıktan kısa süre sonra Vatan’dan Deniz Güçer’e yazdığı mektup aracılığıyla “Her muhalif Silivri’yi tadacaktır arkadaşlara söyle” olmuştu dışarıdaki gazetecilere ilk notu. Şimdiyse “Her muhalif yetmez, biat etmeyen, beynini bir kenara koyup dikte edilenleri tekrarlamayan, robotlaşmayan herkes er-geç Silivri’yi tadacak” noktasına gelmiş biri olarak ancak “korku duvarınızı aşın” diyebiliyor: “Telefona, bilgisayara veda edin desem bu sefer de ”örgüt bağlantısını gizlemek için kullanmıyor“ derler... Telefon ajandanızı, not defterlerinizi yakın desem; ”gazeteci olduğunu söyleyen birinin nasıl telefon ajandası not defteri olmaz“ derler. Yani niyet varsa uçarınız kaçarınız yok. O halde geriye tek şey kalıyor, ”korku duvarını“ aşmak!.. Ve tabi işsiz, güçsüz, aç-susuz kalmayı göze almak!..”