Onurlu teslimiyet ve davasızlık!
Son yüzyıl içinde Türkiye’de etkisi ciddi bir biçimde tartışılmaya muhtaç olan önemli düşünürler vardı. Bunlar davası olan şahsiyetlerdi. Onlar hem belirli bir davaya inanmış hem de bu davayı tarif etmiş, onu gelecek nesillere mal etmeye çalışmışlardı. Bunlardan Namık Kemal “Vatan”, Tevfik Fikret “Hürriyet”, Necip Fazıl Kısakürek “Büyük Doğu” davalarının adlarıyla özdeşleşmiş bazı düşünürlerdi. Ziya Gökalp’ın “Turan”, Mehmet Akif’in “İslam” ve Nâzım Hikmet’in “devrim” adlı dillere destan davaları vardı. “Yaşasın meşrutiyet” ile “Padişahım çok yaşa!”, “Ya istiklal ya ölüm” diye yola çıkanların da benzer davaları vardı.
Onlar bir devrin yıkılış, bir milletin varoluş ve bir sistemin yok oluş dönemlerinin şahitleriydi. Hepsine de tarih “davası olan asi” muamelesi yapmıştı. İnandıkları davaları adına kimisi zindana tıkılmayı, kimisi ülkeyi terk etmeyi, kimisi de tatlı canından vazgeçmeyi göze almıştı. Sonuçta inandıkları davalar uğruna zindanlarda “Prangalar eskitmiş”, bu dünyadan da “feda-yı can” ederek ayrılmışlardı.
Davasız nesiller dönemi!
Bugünün Türkiye’si bir bakıma bu birbirine karşıt gibi görünen davası olanların eseridir. Günümüz Türkiye’sinde ise davasızlık, değersizlik, ilkesizlik ilgi görmektedir. Ne kadar suya sabuna dokunmayan, milli sorunlar karşısında sessiz sedasız kalan, edilgen ve kadavra gibi davranan insan varsa güdümlüler tarafından yüceltilmektedir. Ülkede davasızlık marifet, sorumsuzluk iltifat, renksizlik meziyet sayılır olmuştur.
İşi çok daha başka alanlara kaydıranlar da vardır. Bir zamanın devlerinin “Vatan” kavramını, günümüzün cüceleri “vatan/millet/ Sakarya” alaycılığıyla mahkûm etmişlerdir. Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” davasını ise onun okulundan yetiştiğini söyleyenler “Büyük BOP” ve “Büyük AB” davası olarak algılamışlardır. “İslam” davasının yerini “yumuşama ve ayarlanma”, “diyalog” davaları almış, “Turan” davası ise adından ise söz edilmez olmuştur.
Yaşanan dönem iddia, tez, ilke ve mefkûre sahibi olmayı çok riskli konular haline sokmuştur. İnsanlar yemek, içmek, eğlenmek, dans etmek, dövme yaptırmak, fal baktırmak, kına yaktırmak gibi süfli alanlara yönlendirilmektedir. Günümüz gençliği, kendisine bir gerçek olarak dayatılan çaresizliğin, iradesizliğin ve iddiasızlığın pençesine düşmüştür. Günü yaşamak için zevklerden zevk edinmek gençliğin bir kısmının, hayata tutunmaya çalışmak da diğer bir kısmının temel sorunu haline gelmiştir. Davasızlık bir virüs gibi her yanı sarmış durumdadır. Davasızlık temelde amaçsızlık demektir. Amaçsızlık ise yaşamın anlamsızlaştırır. Anlamsız ve amaçsızlık intihara ve teslimiyete uygun insanlar yaratır.
Onurlu teslimiyet!
Yeni bir kimlik siyaseti ya da anlayışıyla Türk gençliği karşı karşıyadır. Bunu Aime Cesaire’in dediği gibi “negritüde” yani onurlu teslim olmak kategorisinin ötesindeki bir durum olarak tarif etmek mümkündür.
Aime Cesaire’e göre “negritüde” genellikle iddia edildiği gibi “özcü” bir kategori, bir kimlik siyaseti, dolayısıyla da bu kimlikleri kuran hegemonik güçler karşısında benimsenen bir “şerefli teslimiyet” siyaseti değil, kabul edilemez olanın içine öznel olarak dahil olma tarzıdır. Bu durumun son derece stratejik amaçlarla “kabullenilmesi” ve kabul edilemezliğinin tam da bu şekilde gözleri önüne serilmesidir. “Negritüde” tam anlamıyla bir felsefe ya da bir siyaset değildir. Kabul edilemez bir durumun bütün acı gerçekliğinin küstahça onaylanması ve soğukkanlı bir şekilde ifade edilmesidir.