Ömür biter, dava bitmez
Ümraniye soruşturması, hukuk tarihimizde bir ilki mi yaşatıyor? Bu ülkede asker, akademisyen ve siyasiler daha önce de “aynı suçlardan”, “aynı cezalar” istenerek, aynı “sağlıksız” koşullarda mahkemeye çıkarılmadı mı?
86 sanığı olan ve Ümraniye soruşturması üzerine açılan davanın iddianamesi 2500 sayfa. Melih Aşık da çoğumuz gibi soruyor: “Bu kadar uzun iddianame olur mu?”
Yazılarımızın sonuna koyduğumuz bütün “hayret” ünlemleri bir yana hukuk sistemimizin, gözaltı, tutukluluk ve iddianame süreçlerinin işleyişi bakımından benzer davalara yabancı olduğu söylenemez.
Melih Aşık da, bu benzer davalardan birinde yargılanmış olan Yaşar Okuyan’ı konu etmiş köşesine:
“12 Eylül darbesinin ardından MHP davasında yargılanan Okuyan diyor ki:
- 564 sanıklı MHP davasının iddianamesi 512 sayfaydı...
- Peki iddianame kaç ayda hazırlandı?
- Sadece 7 ay... 12 Eylül’de darbe oldu, biz nisanda yargılanmaya başladık...”
12 Eylül yargılamaları
Burada bir iki bilgiyi düzeltmekte fayda var. İddianamesi 29 Nisan 1981’de açıklanan ve 19 Ağustos 1981’de duruşmaları başlayan MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası 7 Nisan 1987’de sona ermişti. 220 kişinin, “Anayasal düzenin, Cumhuriyetçilik ve demokrasi prensiplerine aykırı olarak, devletin tek bir kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak; Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silahlandırarak toplu kıyıma yönlendirmek, toplu kıyıma neden olmak, bu cürümlere katılmak; TCK’nın 149. ve 146. maddelerinde yazılı cürümleri işlemek için silahlı cemiyet oluşturmak” suçlarından idam talebiyle yargılandığı davanın 587 sanığı vardı. Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı tarafından hazırlanan iddianame 945 sayfaydı. 5 yıl, 11 ay, 8 gün süren dava 333 duruşmadan sonra tamamlanabilmişti. Hazırlık aşaması çok benzer olan bu iki davayı karşılaştıran Aşık ve Okuyan da, çok kimse gibi ’mahkeme dönemleri de benzer mi’ kaygısı taşıyor. Bu nedenle de Aşık yazısını şöyle bitiriyor: “86 sanıklı Ergenekon iddianamesi 13 ayda hazırlandı... Ergenekon ne kadar sürecek? Belli değil...”
Türkçülük-Turancılık Davası
Nihal Atsız ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nu eleştiren açık mektuplarından dolayı yargılanmak üzere geldiği Ankara’da 3 Mayıs 1944’te kendisine destek veren milliyetçiler de benzer biçimde yargılanmıştı.
İstanbul 1 numaralı sıkıyönetim mahkemesinde görülen Türkçülük Turancılık Davası’nda aralarından ’subaylar, akademisyenler, siyasiler’in yer aldığı 23 sanık yargılandı. 7 Eylül 1944 günü başlayan dava, 65 oturumdan sonra 29 Mart 1945’te bitti. Haksız sürgün ve hapislerle sona eren davaya yapılan itirazlar üzerine, 2 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde devam edilen yargılama 31 Mart 1947’de bütün sanıkların beraati ile bitti.
’Katıldıkları gösteriler, yayımladıkları yazılar, yaptıkları görüşmeler...’ nedeniyle davaya dahil edilen Türk aydınları, ’sağlıklı’ girdikleri hücrelerden ’birçok hastalığa yakalanmış, fiziki ve psikolojik olarak yıpranmış’ halde çıktılar. Yakın tarihimize “Tabutluklar” adı ile geçen işkence odaları bu dönemde kullanıldı.
Bu davanın da sanıkları arasında bulunan ve “Hükûmeti devirmek amacıyla ihtilâl hazırlığı yapmakla” suçlanan Alparslan Türkeş’in suçlanma nedeni “Orkun dergisine yazı göndermek ve Nihâl Atsız ile memleket meseleleri üzerine mektuplaşmak” tı.
Demokrasinin yargısız infazı
Türkçülük-Turancılık Davasının Savcısı Kazım Alöç: “Biz bunları huzurunuza vatan hainleri, caniler ve katiller olarak getirdik. Bunları Pera Palas Oteli’nde yatıracak değildik. Onlar müstahak oldukları muameleyi görmüşlerdir. Elbette onlara her nevi zulüm yapılmış ve yapılacaktır” demişti.
Bu sözler, hemen her gün aktardığımız bazı demokrasi kahramanlarının “elbette kelepçelenecekler, katiller, darbeciler vs...” gibi peşin hükümlerinden çok mu farklı?
Ergenekon Davasının, MHP ve Turancılık davalarından tek farkı bir darbe rejiminde veya Milli Şef diktasında değil, “insan haklarının yılmaz savaşçısı” AB ve “demokrasi savaşçısı” ABD’nin kanatları altındaki bir iktidar döneminde görülmesidir.
AB ile göbek bağı
Taraf’tan Gökhan Özgün, yaşadığımız “korku imparatorluğu”nun AB’ye göbekten bağlı olduğunu itiraf etmiş. “Ergenekon çetesi”nin ana hedefini “AB’nin kapılarını Türkiye’ye, Türkiye’ninkileri AB’ye kapamak” olarak özetliyor. Bu aslında, Türkiye’de milli düşünen insanların neden marjinalleştirilmeye çalışıldığının cevabı. Özgün, “Milli Görüş kanadı ’gavur medeniyeti’, ulusalcılar ’antika emperyalizm’, solcular da ’neo-liberal sapıklıklarla’ savaşan kahramanlar” diyor alaycı bir ifadeyle. O “antika emperyalizm”in Irak’ta neler yaptığını gördü mü sormak gerek. Özgün ve “vicdan” dersi veren Mehmet Altan işkence ve tecavüz hücrele rinden TBMM’ye mektup yazan, karnımızdaki çocukları doğurmak istemiyoruz diye feryat eden kadınları tanımayan “vicdan”ı da yargılayabilirler mi?
Sanık listesi uzar
Ümraniye soruşturması sonucunda açılan bu “tarihi” davanın iddianamesi açıklanmadan sanıklara isnat edilecek bütün suçları bir bir sayan, hatta köşelerinde yargılamayı tamamlayıp, nihai hükümlerini veren kalemşörlerden Vakit yazarı A. İhsan Karahasanoğlu, iddianameyi Mustafa Yücel Özbilgin’in cenazesinde iktidarın protesto edilmesiyle destekliyor. Türkiye’de demokrasi isteyenlerin, Ergenekon Davası karşısında hukuk aşkı depreşenlerin bakış açısı yazık ki bu! Bu ülkede demokrasi, milli düşünen askeri, akademisyeni, siyasiyi suçlamak için var, iktidarı eleştirmek için ise asla!
Karahasanoğlu’nun “Cemil Çiçek o töreni nasıl terketmek zorunda kalmıştı hatırlasanıza” diyerek, bunu darbe zemini olarak nitelemesi, bu ülkede her gün evine ekmek götüremediği için, çocuğunu doktora götüremediği için, iş bulamadığı için, okula gidemediği için, sokaklarda sabahladığı için, çocuk yuvalarında, huzurevlerinde horlandığı için, uğruna ’0’ın altında çatıştığı vatanı parsel parsel satıldığı için, yıllarca emeğini verdiği kurumundan ’ampul takmıyor’ diye sürüldüğü için, tarlasını süremediği, kepengini kaldıramadığı, siftah yapmadan işyerini kapattığı için ağzını açan herkesin, özenle hazırlanan Silivri cezaevinin konukları olacağı günler mi bu günler?
“Katil devlet” de dediler
Mehmet Altan, Danıştay baskının iddianameye dahil edilmesinden memnun. Alparslan Arslan’ın Ergenekon sanığı olarak yargılanmasını istiyor. “Mahkemeler, Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri... Savcılar, yargıçlar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı... Muhtemelen aynı okullarda, aynı hocalarda, aynı dersleri okudular. Buna rağmen... Aynı dosyada biri ’şeriatçı’ görürken, diğeri ’Ergenekoncu’ görmekte... ’Objektif hukuk’ veya daha kestirmeden ve popüler bir şekilde söylersem ’vicdan’ aynı yere bakarak bu kadar birbirine zıt resimler görmeye olanak verir mi?” diye soruyor. Daha Ergenekon iddianamesindeki iddialar kanıtlanmış değil. Kendisi de, Arslan’ı yargılayan ve iki kere müebbetle cezalandıran mahkemeyi tanımayarak bu eşitliği bozmuş olmuyor mu?
Altan kardeşlerden diğeri (Ahmet) eksik kalmaz ya. Devletin çıkarları için adam öldürmenin kutsallaştığını yazıyor. Öyle tehlikeli bir cümle ki. Daha dün 5 şehit verdik. Devletin çıkarları için terörist öldüren Mehmetçik’i de Ergenekon’a dahil etsek memnun olur mu Altan? O zaman “Ermenilere soykırım yapan, Kürtleri faili meçhullere kurban eden” bu devlet “100 yıllık öldürme geleneği”nden arınmış olur mu?
Dilek ve temenniler
Medyamızın iddia makamları da, savunma makamları da bütün işi iddianame dahi açıklanmadan bitirdiği için geriye bir tek dilek ve temenniler kısmı kalmıştı. Bu başlık altında da, Vatan’dan Güngör Mengi’ye kulak verebiliriz:
“Davanın açılması artık her şeyden önce kamuoyunu zehirleyen yalanların etkileyici olmasını önleyecektir. Danıştay ve Cumhuriyet gazetesi saldırıları yanında geçmişin bütün pislikleri de Ergenekon torbasının içine dolduruldu. Mahkemenin önüne bütün bu olayların gelmesi hayırlı olacaktır. Çünkü mahkeme delil ister. Kanıtlanamayan iddiaların düşmesi, şeytan taşlayıcıların alanlarını daraltacaktır.
Hiçbir gerçek vehimlerle ruh hastası haline getirilen bir toplumun kâbuslarından daha korkunç ve tehlikeli olamaz.
O nedenle dava her yönüyle arınma sebebi yaratacaktır. Devlet içinde bir çeteleşme varsa onu tasfiye edecek ve gelecekte benzer oluşumlar için caydırıcı olacak, yok eğer bu hengâmeyi kuruntu ve abartı yarattıysa o da ortaya çıkacaktır.
Şimdi yapılacak şey, bu tarihi davanın adaletle sonuçlanmasını beklemek ve yargıya güvenmektir.”
+++++
Siyasal İslam’dan sonra siyasal bilim
Diaspora : 1
Türkiye : 0
TÜRK Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun görevden alınışı “Bayram yok, seyran yok; bu da nereden çıktı?” diye hayretle karşılanmamalıdır, arkasından neler geleceği belli değil...
Pek açık açık söylenmese de Halaçoğlu’nun “Ermenilerin sözde soykırım iddialarına karşı şahinlerden olduğu” ima ediliyor.
Hele, Ermenilerle gizli kapaklı görüşmeler başlamışsa...
Bazılarının aklına Kıbrıs ve “yes anemciler” geliyor.
***
HER ŞEY, Avşarlarla ilgili bir sempozyumda Halaçoğlu’nun yaptığı konuşmayla başlamıştı:
“Müslümanlığı kabul etmiş ve kendisini Türk olarak kabul etmiş insanlar gelip Anadolu’ya yerleşmiştir.(...) Araştırmalarımızda şunu gördüm ki, pek çok Kürt dediğimiz insanlar Türkmen asıllı. Yapısal olarak söylüyorum ama bununla beraber bir şey daha ifade ediyorum, hatta hatta şöyle söyleyeyim: Kürt Alevi olarak bilinen birçok insan da maalesef Ermeni dönmesi. TİKKO’nun içinde yer alan, PKK içinde de yer alan insanlardan birçoğu bunlardan. Yani bizim zannettiğimiz gibi Kürt hareketi değil, PKK veya TİKKO harekatı.” (x)
Bu konuşmadan sonra yer yerinden oynadı, Halaçoğlu neredeyse linç edilecekti, ama belgeleri kimse yalanlayamıyordu.
***
HALAÇOĞLU, geçmişlerini öğrenmek isteyenler olduğunu söylüyor ve bir örnek veriyordu:
“Geçenlerde Bitlisli bir arkadaş bana geldi. Hocam biz Kürdüz, bize Hasaniler derler, aşiretimi öğrenmek istiyorum, dedi. Bilgisayardan Hasanileri sorguladığımda karşıma Eski İl’den (Konya) Döğer boyundan çıktı, kendisine verdim, ama buna benzer geçmişini öğrenmek isteyen o kadar çok insan çıkıyor ki...”
***
PEKİ, Türk-Ermeni görüşmelerinde Halaçoğlu bir pürüz müdür, bir engel midir?
Türk-Ermeni görüşmelerinde ana konu nedir?
Ermenilerin soykırım iddiaları.
Halaçoğlu, soykırım iddialarına dayanak gösteren “tehcir” için de şöyle diyor:
“Eğer birileri bir şekilde terör hareketlerine girişerek yabancı kuvvetlere de destek vererek, içinde yaşadıkları ülkeye karşı savaşarak ihanet etmişlerse, herhalde, o ülkenin ihanet edenlere karşı, hem de güvenliği sağlamak düşüncesiyle harekete geçmesi meşru değil mi?”
***
BU sorunun cevabı “evet” olsa dahi, “Cumhuriyet dönemi, Türk gençliğini, tarihi düşmanlık yerine, barışı hâkim kılmak felsefesi üzerine inşa etmiştir.”
Halaçoğlu’nun bu görüşlerinin, Ermenilerle yapılacak görüşmede engel, pürüz olup olmayacağı önümüzdeki günlerde anlaşılacaktır.
Kıbrıs’ta Rauf Denktaş’ı da engel, pürüz olarak görmediler mi?
Bekleyeceğiz!
***
HALAÇOĞLU’na demişler ki:
“Türk’ün Türk’e propagandasını yapıyorsunuz, boş verin!”
Halaçoğlu, “Evet, öyle yapıyoruz!” demiş:
“Önce benim halkım anlamalı bunu, bu konuyu bilmeli. Yabancı toplumlarla, kendi halkımızın desteğini almadan nasıl mücadele edebiliriz. Öyleyse Türk olduğumuzu önce kendi halkımıza göstermeliyiz. Bunu öğrettiğimiz zaman dünyayla baş edebiliriz.”
***
DEMEK Kİ Halaçoğlu’nun bu görüşleri bazılarının hoşuna gitmemiş ki, görevden aldılar.
Denktaş’ın görüşleri de hoşlarına gitmemişti ki!..
(x) Tarih Gelecektir, Prof. Halaçoğlu, Babıali Kültür Yayıncılığı.
l Hasan Pulur / Milliyet
+++++
MİNİ YORUM
‘Ergenekon’un avukatı’ olmak
Yandaş köşe kadıları ellerini ovuşturarak “müebbet üstüne müebbet alsalar da görsek” tavrında. Başından beri gözaltılara, tutuklamalara, ölüme tahliyelere, hazırlanamayan iddianameye ve sızma bilgilere itiraz edenler onların gözünde birer Ergenekon avukatıdır ve ’sanıkları’ savunmaktadır. Halbuki, itiraz uygulamaların şekline ve kirliliğedir. Süleyman Demirel özetledi: Darbe girişiminde bulunanların yakasına yapışılmasın diyen yok. Fakat kanunları uygularken insan haklarına ve hukukun icaplarına uymak lazım. 13 ay önce tutuklananları ne hale getirdiğinizi biliyor musunuz?
S.T