Ölüm mevsimi!..
Karmakarışık ateşten günlerde, medeni ilişkilerde kibar ve centilmen insanlara muteber gözle bakmazdık. Şimdilerin deyimi ile aksiyon bizim yitik kuşakta “eylem”di... Militan adam lazımdı bize... Kavganın, çatışmanın, savaşın tam ortasında nezaket değil, delişmen yürekler gerekliydi. Okul önlerinde bildiri dağıtmak, kireç ve toz boya ile duvarlara yazı yazmak, taşlı-sopalı kavgalarda kendimizi göstermek militanlığın vazgeçilmez unsuruydu... Lakin “bilinçli militan” ya da bizim deyimimizle “Dava adamı” olmak da kolay değildi. Her şeyden önce eğitim seminerlerine kaytarmadan katılma şartı vardı. Bir de tarih bilincini güçlendiren tarihi romanlar okumak. Günlük; Hergün, Millet, Bizim Anadolu, Ortadoğu gazeteleri yanında Genç Arkadaş, Hasret, Çağrı gibi dergilerdeki haber ve hamaset yüklü yorumlardan imtihan edilirdik.
Ortaokul talebesiydim. Dört erkek kardeşin en küçüğü olunca akranı olmuyor insanın. Büyüklerime özenip yaşıma ve eğitimime ağır gelen kitapları okumak, anlamak için müthiş çaba sarf ediyordum. Kafama göre Peyami Safa’yı eleştiriyor, Ziya Gökalp’in eksiklerini araştırıyordum. Ankara’daki ünlü Site Yurdu’ndaki muhteşem seminerlere götürülecek kadar fikri seviyemin yükseldiği kanaatini taşıyordum. Solcu öğretmenlerle tartışıp, Georges Politzer’in “Felsefenin Temel İlkeleri”ni sözlükle okuyup, mahallemizin hızlı devrimcileriyle fikir teatisinde bulunmaya başlamıştım. Site’deki Seminerde “Ülkü-Tek eski Genel Başkanı ve MHP GİK üyesi Şerafettin Doğan” diye tanıttılar. Sinek uçsa kanat sesi duyuluyordu. Spor salonunun parke zemini üzerinde nizami oturuş halini aldık. Kürsüdeki hatip bizim beklediğimiz pala bıyıklı, geniş omuzlarıyla gür sesli bir ülkücüye benzemiyordu. Sanki üniversite kampusundaki profesördü. Son derece kibar üslupla “Arkadaşlar, lütfen rahat oturun...” dedi. Şerafettin Doğan, önce Türkiye’mizin zengin kaynaklarından bahsetti. Ardından o dönemki adıyla AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu), ABD ve SSCB’nin tarım ve endüstri faaliyetlerini sıralıyordu. Çoğumuza yabancıydı böylesi terimler. Ülkü-Tek dergisinde benzeri şeyler okumama rağmen, sanayi, ekonomi, enerji, tarım, bankacılık, borsa gibi konular doğrusu açmazdı bizi.
“Arkadaşlar lütfen rahat oturun...”u tekrarladı hatip. Dizlerimiz, ayaklarımız uyuşmuştu. Biraz rahatladık. “Sevgili gençler; aranızda not alan arkadaş sayısı niçin çok az!” uyarısıyla sağımıza-solumuza baktık. Yüzümün kızardığını hissettim. Öyle ya... Hatip, ülkelerden, insanlardan, fabrikalardan, madenlerden rakamlar vererek bahsediyor, biz coğrafya dersinde kâğıda-kaleme sarılmak yerine edebiyat dersi gibi dinliyorduk.
Site Yurdu’ndaki eğitimci Şerafettin Doğan ile yıllar sonra yollarımız Ankara’da kesişti. Saçları beyazlamış ama yüzündeki tebessüm ve dava heyecanı dün gibi duruyordu. Tanışma faslından sonra “Ülkü-Tek dergilerinin koleksiyonunu temin etmek isterim. Sizin 70’li yıllarda yazdıklarınızın kötü kopyalarını Özal ve Demirel uygulamaya çalışıyor” dediğimde Türkeş sonrası lider arayışı için bir araya gelen topluluktan bu tespitlerime ancak bir kaç kişi katılabildi. Şefkat ve bir o kadar saygı ile beni bir kenara çeken Doğan, 80-90’daki gelişmeleri özetleyip, günümüz Türkiye’si ve dünyasına yansıtmalar yaptı. Salonda herkes siyasi arayış içindeyken biz başka alemlere akmıştık...
Daha sonra en sert tartışmalarda ortamı yumuşatan, ak saçlarıyla, ak sakallı gibi toplantıyı yöneten Şerafettin Ağabey’e karşı hayranlık duymaya başladım. Değerli eşiyle beraber oğlum Erdem’in sünnet düğününü şereflendirdi. Özel günlerde mesaj yerine bir kaç dakikalık telefon görüşmesi mutlu ederdi bizi... Yazılarımı, kitaplarımı okur, düzeltme ve takviyelerini kibar üslubuyla yaparken, yeni çıkan kitaplardan haberdar ederdi. Vefa abidesi sözü O’na yakışırdı. Kimseyle küsmedi... İyi ve kötü gününde dostlarının yanında oldu. Siyasi çizgisinde kırıklık olmadığı gibi milletvekilliği-yöneticiliği kendisinde hak görenlerden değildi.
En son merhum Mehmet Refet Eke’nin cenazesinde karşılaşıp, kucaklaştık. İş alanı olan inşaat sektöründe yetiştirdikleri holding sahibi oldular. O tevazuyu hayat haline getirenlerdendi. İşini ülküdaşıyla paylaştı. Taşeronu, işçisini, mühendisini gönüldaşları arasından seçti. Hak ettiği sıra verilmediği halde seçimlerde üç hilalin mahzun kalmaması için çalıştı. Bugün (Çarşamba) O’nu Kocatepe’den memleketi Bolu’ya uğurladık. Allah rahmet eylesin. Türk Milleti gerçek bir münevverini yitirdi. Ağaçların yapraklarını döküşüne dayanamam. Ağır bir hüzün kaplar güz mevsiminde sevenleri. Sonbahar sanki “ölüm mevsimi” ... Her nefis şüphesiz ölümü tadacak... Ama bu yürek daha ne kadar dayanır bilmem. Başımız sağolsun...