Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Özcan YENİÇERİ
Özcan YENİÇERİ

Olmak ile sahip olmak arasındaki insan! (2)

DÜŞÜNCE KULÜBÜ
Olmak ile sahip olmak arasındaki insan! (2)

Onurdan yapılan fedakârlık düzeyine göre bireyler konfora gark olur. Bir kez onur konfora endekslenince, süreçte bir süreklilik gözlenilir. Konfora endeksli bir hayata karar verenlerin işleri kolaydır.

Ancak bireyin başkalarını kolayca ikna edebilen dış görüntüleri, kendi vicdanıyla baş başa kaldığında yeterince tatmin edici olmaz. Kendi kendisine bilerek yalan söyleyenleri ya da kendisinin aldatılmasına izin verenleri konu dışı tutmak gerekir. Çoğu kez “başkalarına karşı işe yarayan küçük hilelerin, insanın kendisi ile karşılaştığı o aydınlık caddede hiç bir şekilde” işe yaramayacağını bilmek gerekir.

Gerçekte insanın özüne aykırı yaşam ön plana çıkmaya başlayınca, sevginin gücü azalır. Bunun sonucunda, iç huzuru ve iç güvenliği kaybolan insanlar, eksiklik ve bozukluklarını dengeleyebilmek için “meşhur olmak”, “dikkat çekmek” gibi garip yollara başvurmaya başlarlar. Böylece insanlardaki onur ve birlik duygusu zamanla azalırken birbirlerinin üzerinde egemenlik kurma yarışı artar. Bu durum bireylerin kendilerini bir varlık olarak değil bir ürün ya da bir eşya olarak görmeye başlamalarının delilidir. Gelinen aşamada onurlu olmak, kendini pazarlayabilmek ya da başarılı olmakla ölçülmeye başlar (Fromm, 1997, 64.)

Böylece geleneksel değerler önemini yitirir; meşru olanla meşru olmayan arasındaki herkesçe kabul edilebilecek sınırlar da kaybolur. İnsanların bir çoğunun iyiyi kötüden ayıracak ahlaki ölçüleri dahi kaybolmuştur.

Hareket tarzlarının ne olacağına dair halk ile aydın, zengin ile fakir, ihtiyar ile genç, bilgin ile cahil arasında neredeyse hiçbir müşterek kalmadı. Onlar için ne iyi var, ne de kötü. Bir değere ihanet etmek, eğer bu ihanet avantaj sağlıyorsa onursuzluk sayılmıyor. İyi olan menfaattir, çıkardır. Cesaret faydasız tehlikeler arz ediyorsa; ölmektense hain olmak yeğ tutuluyor. Bir otomobil bir çocuğa tercih edilir hale geldi. Bununla birlikte onurlu, hakşinas, feragatli olmayı, çalışmanın güzelliğini ve kahramanlığı da hala tavsiye etmekten geri kalınmıyor (Carrel; 1997,100.) Bu gelişmeler sonucunda onur, amaç olmaktan çıktı ve her türden zevkin, eğlencenin, statünün ve konfor sağlayan unsurların aracı haline geldi. Çevrede görülen “onur-konfor” dengesizliği akla bazı soruları da getiriyor: “Kazananlar çoğu kez en güçlü, en kahredici olanlar, belki görenek ve gelenekleri ve ahlaki kanunları dinlemeyenler, belki vicdansızlar ve hukuk tanımayanlar değil midir?”


Özgürlük ve Mutluluk Çelişkisi
Bütün bu olguların net, açık ve bilinen çok az yönü vardır. Bireysel bilinç, toplumsal norm ve ahlaki yargılar önemli ölçüde kalıp değiştirmiş olarak görülmektedir. Artık her olanın olması lazım geldiği yönünde bir anlayışı da peşinden getirdiğine şahit olmaktayız. Çocuk fahişeleri, insan organını satan mezar tacirlerini, Hindistan’dan ithal iyi kalite bir kafatasını dekoratif malzeme için 750 dolara satanları, Lucy isimli köpeğinden ayrılmamak için evden, kentinden hatta ülkesinden ya da hayatından ayrılmayı göze alan insanların davranışını anlamlı bulmayanların sayısı gittikçe azalmaktadır.

Özgürlük ve mutluluk sorununun kökenlerini ilk insana kadar götürmek mümkündür. Kutsal kitaplarda ifade edilen “ya cennet ya haram meyve” çelişkisi karşısında ilk insanın atası “haram meyve” yönünde tercihini ortaya koymuştu. İnsanoğlunun cennet yerine dünyayı tercih etmesi bir anlamda mutluluk yerine özgürlüğü seçmesi anlamına gelmektir. İnsanoğlu dünya üzerinde kendi kurduğu sistemlerin, rejimlerin, kurumların ve örgütlerin karşısında sürekli olarak bu tercihi gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Tanrı karşısında özgürlüğünden taviz vermeyen birey, kendi elinden çıkma sistemler ve rejimler karşısında aynı direnci gösterememiştir.
Bir kısım düşünürler; “insanların seçme hakkının ellerinden alınarak onların mutlu edilmesi” gerektiğini ileri sürmektedirler. Onlar, insanoğlunun her an seçim yapmak zorunda kalmasının, vicdanıyla karşı karşıya gelmesinin onu mutsuz ettiğini iddia etmektedirler. Onun için de insanların mutlu bir dünya kurabilmeleri için her şeyden önce karın doyurmayan “özgürlük” adlı beladan (!) kendilerini kurtarmaları gerektiğini söylemektedirler.

İnsanın seçim yapmak zorunda kaldığında önüne çoğu zaman değişik seçenekler çıkmaktadır. Bu süreç gerçekte onun özgürlüğüdür; ama bu durum onun omuzlarına korkutucu bir sorumluluk da yükler. Farklı olasılıklardan herhangi biri üzerindeki kararın uğursuz olacağı ve özgürlükle suçluluk arasındaki yakın ilişkiyi açığa vuracağı acımasız seçimlere zorlanır. Bu yüzden, kendisine sadece seçim yapma gücü vermekle kalmayan, aynı zamanda onu bu seçimleri yapmaya zorlayan egemenliğine çok büyük bir değer vermez. Kendisini özgür olmaya mahkûm hisseder. Durmadan kendi adına karar vermek zorunda kaldığı bir durumdan kaçınmaya çalışır. İnsan, karşı karşıya kaldığı bu karar verme durumundan kurtulmaya çalışırken, bir anlamda kendi kendisinden kurtulmaya çalışır. Kaçamayacağı şeyden. Gene de ıstırabı o kadar derindir ki, artık kendisini kendi öz benliğine adamayıp, “ötekiler” in, “onlar” denilen belirsiz topluluğun seçimlerine tabi olduğu bir dünyaya sürüklenip gittiğini hisseder. Bu kişilikten bütünüyle yoksun bir varlık biçimdir; o denli genel ve meramını anlatmaktan aciz bir varlık biçimidir ki Heidegger, bunu tanımlarken kişisellikten, en arınmış ve en yansız bir terim olan ve “birçoğu arasından biri” anlamında kullanır. Bu durum herkesin “öteki” olduğu ve hiç kimsenin kendi olmadığı bir dünyanın can alıcı niteliğini gözler önüne sermesi bakımından hayli açıklayıcıdır. Bu dünyada şahıs zamirinin anlamı o kadar kaybolmuştur ki “ben düşünüyorum”, “ben tercih ederim”, “ben hareket ederim” gibi ifadeler içi boşaltılmış biçimlere dönüşmüştür (Pappenheim; 2002,21/22.) Huxley gibiler ise; tüm acıları ve mutsuzluğu ile birlikte özgürlük de istemektedir. Ancak sistem ona yalnızca bir özgürlük vermektedir o da “intihar etme özgürlüğü”.

Gerçekte ise özgürlük içermeyen bir mutluluk süreci ya sahtedir ya da aldatmacadır. İnsan köleliğe ayak uydurabilir, ama buna karşı, düşünce ve ahlakla ilgili niteliklerinin zayıflaması ile tepki gösterir; karşılıklı bir güvensizlik ve düşmanlıkla belirlenmiş bir kültüre uyabilir, ama böyle bir uyma onun zayıflaması ve verimliliğini yitirmesi ile sonuçlanır. (Fromm;1998, 34.)
Mutluluk içermeyen özgürlük Cemil Meriç’in de ifade ettiği gibi “Hür bir kümeste hür bir tilki özgürlüğü” dür.

Çağdaş insan bugün hâlâ tedirginlik içindedir. Kendi özgürlüğünü her türden buyurganların eline bırakmaya ya da kendini makinenin küçük bir dişlisine dönüştürerek özgürlüğünü yitirmeye, iyi beslenen ve iyi giyinen, buna karşın özgür bir insan değil de bir robot olmaya doğru adeta zorlanmaktadır. (Fromm;1997,11) Sonuç ise ortadadır: Mutlu bir robot, muzaffer bir köle. Onun için bir bilge “Eğer bakla ve sirke ile geçinecek kadar gücünüz varsa, kimseye boyun eğmezsiniz” diyor.

Gönül mutluluğun; özgürlük ise aklın sorunu olduğuna göre, niçin ikisi sentez olarak değil de analiz olarak karşımıza çıkmaktadır? Bu sorunun cevabı Fromm’un aşağıdaki veciz ifadelerinden saklıdır. “İnsan beyni yirminci yüzyılı yaşıyor; birçok insanın kalbi ise hâlâ Taş Devri’nde yaşamaktadır. İnsanların büyük çoğunluğu henüz bağımsız, akli, nesnel olma olgunluğuna ulaşmış değildir. Bu insanlar, insanın tek başına olduğu, insanın kendinden başka yaşama anlam veren hiçbir otoritenin bulunmadığı gerçeğine dayanabilmek için, mitlere ve putlara ihtiyaç duyarlar. İnsan akıldışı nefret, yıkıcılık, kıskançlık, öç alma tutkularını bastırır; güce, paraya, bağımsız devlete, ulusa tapar; insan, soyunun büyük manevi önderlerinin, Buda’nın, peygamberlerin, Sokrates’in, İsa’nın, Muhammed’in öğretilerini dilinden düşürmezken, bir yandan da bu öğretileri bir batıl inançlar ve putperestlik ormanına dönüştürmüştür.” Bu gerçeği daha da vahim kılan; hem mutluluğu hem de özgürlüğü insanlardan esirgeyen ideoloji ve rejimlerin sayılamayacak kadar çok taraftar bulmasıdır.


Onursuzluğun Sosyal Sebepleri
Güç ve paranın her şeyin ölçüsü haline geldiği bir dünya, mutlu olmaya uygun bir dünya değildir. Orada dikkatler ezilenin değil ezenin, itibarlar onurlu insanların değil konforlu insanların üzerine çevrilir. Himayeler örsten değil çekiçten yana taraf olur. Önemlilik “erdem”den yana değil “ekmek” ten yana kayar. Bu ortamların içinde yaşayan insan, her yönden gelen yoğun bir “gürültünün” esiri hatta kurbanıdır. Bu gürültünün ardında bütün kitle iletişim araçları vardır. Uygarlığın ürünü olan bu araçlar, insanları sanıldığının aksine daha akıllı ve ahlaklı yapmazlar. Ne yazık ki tam tersine, giderek insanları daha çok şaşkın ve aptal bir hale getirirler. Sonuç olarak insan, birçok olumsuz etkilerin suçsuz kurbanı haline gelir. (Fromm; 1990,228) Modern insanın içine itildiği ilişkiler ağı onu küçültmüş ve ruhsal açıdan zedelemiş olduğu için, kültür yeteneği de çok azalmıştır. Scehweitzer sanayi çağının insanının “bağlı, mükemmellikten uzak, gücünü belirli bir noktaya toplayamayan ve insancıllıktan tümüyle uzaklaşma tehlikesi ile burun buruna” yaşadığını söylemektedir. (Fromm; 1990,228)

Çoğu kimse, özgür ve onurlu düşünüp davrandığında büyük belalara uğrayınca çareyi mevcut şartların gerçeklerine uymakta bulmuştur. Zira 20. yüzyıl; bilmeyen, düşünmeyen ve hissetmeyene mutluluk verirken; düşünen, duyan, sezen ve hissedenlere sıkıntının her türlüsü ile mutsuzluğu sunmaktadır. Zayıf kişilikler kas ve kafa gücünü kullanarak güçlükle ulaşılması ancak mümkün olan konfora onurunu feda ederek daha kolay yoldan ulaşılacağını artık görmüşlerdir. Fert kendi ayakları üzerine yürümenin ve vücudunu kendi ayakları ile taşımanın zorluğuna karşın başkalarının ayak, akıl ve enerjisine tutunmanın dayanılmaz kolaylığını tüm yapısında duymaktadır. Soyut ve karın doyurması mümkün olmayan bir onura karşılık, her türden zevk, şöhret ve para kapıda beklemektedir. Düşüncenin bağımsızlığından ve kişilikten taviz vermeye başlayınca bu tutum şahsiyetin bir parçası halini alır. Mademki kişi, inandığı, duyduğu ve hissettiğini yaşayamamaktadır; o halde yaşadıkları gibi duyma, hissetme ve inanma mekanizmasına teslim olmalıdır.

Mutluluklarını ve başarılarını sahip olduğu ya da tüketebildiği mallarla ölçen toplumlar, bir anlamda onurunu konforuna teslime hazır insanlardan meydana gelmiş toplumlardır.
Kuşkusuz mevcut yaşantımız sırasında kullandığımız eşyalar, karşılaştığımız insanlar, mal, mülk, törenler, iyi davranışlar, bilgiler ve düşünceler: Bütün bu unsurlar kendiliklerinden kötü değildir. Onları kötü yapan, çekilmez kılan, fetiş hale getiren, özgürlüğümüze düşman eden, bizim onlara karşı olan tutkumuzdur. Bizim eşyaya yaklaşım biçimimiz onlara tutunarak ayakta kalmaya çalışmamız, kendimizi eşyanın zincirlerine tutsak etmemiz sonucunu doğurur. Yanlış olan “ava gidenin avlanması” dır, ya da sahip olmaya çalışan insanın farkında olmadan sahip oldukları tarafından kullanılmasıdır! Olmak deyince akla, hayat, canlılık, doğum, yenilenme, verimlilik ve etkinlik gibi şeylerin geldiğini söyleyenler vardır. Bu anlamda olmak sahip olmanın, yani bencillik ve menfaatine bağlılığın tam karşıtı olarak görülmektedir. Tasavvufi anlamda olmak, “ete kemiğe bürünmek”, insan diye görünmektir. Yani insanın kendisini bilmesidir. Bu durum, maddenin manayla zenginleştirildiği, özün kabuğa, için dışa, gerçeğin görüntüye hâkim olduğu bir süreçtir. Olmanın ruhu ve insanı yücelttiği, sahip olmanın ise geçiciliğin kalıcılığa, bedenin ruha egemenliğini öngördüğü için insanı ve ahlakı çökerttiği bir gerçektir. Sahip olmak, geçici tatmin ve zevk sağlayan bir imkânlar setini insanlara sunar. Ancak unutulmamalıdır ki; insanların sonsuz sürede tatminini sağlayan hiç bir maddi ve fiziki araç yoktur.

Yazarın Diğer Yazıları