Olmak ile sahip olmak arasındaki insan! (1)
DÜŞÜNCE KULÜBÜ
Hamlet “Olmak ya da olmamak bütün mesele budur” der. Gerçekte ise bütün mesele olmak ile sahip olmak arasındaki çelişkide yatmaktadır. Daha çok mülk, para ve eşyaya sahip olmanın yaşamın tek amacı olarak algılandığı, insanlığın rakamlara indirgendiği bir dünyada sahip olmak ile olmak arasındaki ilişkinin anlaşılması çok zordur. Olmak için sahip olmak gerektiğini savunan düşünce biçimi sahip olmayanı yok hükmüne indirger.
İnsani olgunlaşmanın en üst basamağına ulaşmanın yolunun sahip olmak güdüsünün aşılmasından geçtiğini söyleyen bilgeler var. Marks, gerçek amacın çok şeye “sahip olmak” değil, çok “olmak” olduğunu belirtir. O lüksü de fakirliği de insanın yücelmesinin önündeki en önemli yük ve engel olarak görür. Türk kültür ikilimi de sahip olmaktan daha çok adam olmak üzerine kuruludur.
Olmak için ben tutkusundan ve ben merkezlikten kurtulmak gerekir. Her şeyi bireysel çıkar ekseninde değerlendirmekten kurtulmak gerekir. Olmak için her şeyden önce çıkar ve nefsi kutsallaştırmaktan uzaklaşmak gerekir. Hâlbuki yaşamdaki lüksün, refahın ve konforun göz kamaştırıcı görüntüsü, olmayı izin vermediği gibi sahip olmayı da kutsallaştırır. Rekabet, yoğun iş ilişkisi, hayat şartları ve süre giden görsel araçların manipülasyonu bireye vicdanının sesini unutturur. Bu iklimde yalnızca sahip olmak amacı her şeyi maliyet/fayda ve kâr/zarar temelindeki rakamlara indirger. Her insana bir fiyat biçme işi de böylece başlar. Çelişkiler yumağı içerisinde yaşayan birey ‘eğriyi doğrudan’, ‘adiyi soyludan’, kendisi için yararlı olanı zararlı olandan ayırt etme yeteneğini kaybettiğinde, insanlığını da büyük ölçüde kaybetmiş demektir.
İnsan olmak demek; onurlu ve özgür bir varlık olmak demektir. İnsan onur ve özgürlüğüne yönelik çelişkileri aşmadan kâmil anlamda insanlığının tadına varması mümkün değildir.
Olmak Nedir? Önemi Nereden Gelmektedir
Birçok yönden var oluşçu akımın öncülerinden olan Ortega Gasset, “olmak” teriminin değişmez anlamı insanın var oluşunu tanımlamada bütünüyle yetersiz kalmaktadır, der. İnsan, diye ısrar eder, “şudur” diyemeyiz, yalnızca şu ya da bu olma yolundadır, diyebiliriz (Pappanheim; 2002;20.) Bu yaklaşım var oluşçu görüşe uygun düşmektedir. Zira onlara göre var oluş, her an kendi kendini aşan varlık demektir. Varlığın kendisi geleceğe yönelik olduğundan, sürekli olarak kendi kendisinin önündedir. Bu düşünürler insan varoloşunu, insanın, ne ise o hale gelmek ve ne hale gelmesi gerekiyorsa o olmak kaygısı olarak görürler.
Olmak ile Sahip Olmak Arasında
Hayat olmak ile sahip olmak arasındaki mücadelenin ürünüdür. Gerçekte bu mücadelenin galiplerinden değil kayıp ettiğinin farkında olamayanlarından bahsedilebilir. Olmak ile sahip olmak arasındaki açıklığın büyüklüğü yabancılaşmanın da şiddetini gösterir. 21. Yüzyıla sahip olmanın kutsallaştırıldığı, bir ekonomik, sosyal ve kültürel sistem egemen olmuştur. Adeta olmak mahkûm edilmiş, sahip olmak kutsanmıştır. Alameti özel mülkiyet, faiz, kar ve iktidar üzerine kurulu olan küresel bir toplumda sahip olmak her şeyin, her şerefin ölçüsü haline gelmiştir. Böyle bir sistem tatminsizliğin pençesinde kıvranan, rekabet, köşe dönücülük, vurgunculuk, fırsatçılık vb. yöntemlerin her çeşidine açık garip bir insan yaratmıştır.
Saınt Just’un “Nerede büyük mal mülk sahipleri varsa, orada yoksuldan geçilmez” olmuştur. Böyle bir yerde bir şeylere sahip olmayanın hiçbir özgürlüğü yoktur. Bireyler pırıltılı çerçeve ve köşklerden indirilince, ar, hayâ, namus ve onuru da paralanmaktadır. Bütün bu olguları mevcut sistemin sahip olmak tutkusuna verdiği önem ortaya çıkarır. Karl Marks’ın dediği gibi “Ne kadar az yer, içer, kitap okursan, ne kadar az düşünür, sever, teori yaratır, resim yaparsan o kadar fazla sermaye biriktirirsin. Kendin ne kadar azalırsan, o kadar çoğa sahip olursun. Yabancılaşmış varlığın giderek büyür” (Fromm; 1992, 108.) Yabancılaşma tam da bu noktada yani olmak ile sahip olmak arasındaki uçurumdan türemektedir. Bu iki kavram insanın kendine ve dünyaya karşı nasıl bir tavır takındığını gösterir. İnsanın bir bütün olarak ne düşündüğü, ne hissedip, neler yaptığı, bu iki tutumdan hangisinin davranışlarında daha etken olduğuna bağlıdır.
Çok şeye sahip olmak istemek, aslında hastalıklı bir davranıştır. Ama çağdaş toplumların yapısı, kendi varlığını koruyabilmek için aşırı ve sürekli olarak büyüme ve üretim yapmak zorundadır. Bu nedenle de bizleri, insan olma onurumuzu yok sayarak, sürekli tüketime yöneltir, bu yolda manipüle der. Oysa her canlı organizmanın doğal bir büyüme sınırı vardır. Bu sınıra ulaşılınca, büyüme eğrisi ters döner ve yok olmaya doğru yönelir (Kirschner; 1998, 12.)
Halbuki; hırs, ihtiras ve bencillik kökenine dayanan bir “sahip olmak” isteği, Budha’ya göre sevincin değil, acıların kaynağıdır. Malı canın yongası olarak gören anlayış da sahip olmak tutkusunu fonksiyonu ile sınırlandırmıştır. Sahip olmak için gerekirse onuru feda etmek tutumu kitle adamları tarafından üstü kapalı bir hüsnükabul görmektedir. Sahip olmanın dayanılmaz cazibesini, olmanın onurlu erdemiyle dengeleyemeyen bireyin mutluluğa gerçek anlamda tatması imkânsızdır. Arzuların ve hayallerin olduğu gibi sahip olmanın da sınırı yoktur. Sahip olduğu maddi değerlerle mutlu olduğunu sanan insanların durumu, susuz bir insanın serap karşısındaki durumuna benzer. Hedonizm’in zirvesinde yaşayan ve “zevk aldığım kadar insanım” ya da “ne yiyorsam O’yum” diyen egoistte, yahut da “neye sahipsen O’sun” diyen materyalistte gerçek anlamda kalıcı bir mutluluk bulunmaz.
Erıch Fromm “To have or to be” adlı eserinde çağdaş insanın trajedisini aşağıdaki biçimde açıklar:
“Yeni bir insan ve yeni bir topluma geçişin tek yolu, her şeyi elde etmek, onlara egemen olmak biçiminde beliren ve kâr tutkusu, açgözlülük bir de ihtiras demek olan” sahip olmak “karakterini terk etmekten geçer. İnsanlar onları huzura, mutluluğa ve diğer insan kardeşlerini sevmeye yöneltecek olan” olmak “biçimli bir dünya görüşüne geçemedikleri sürece, kurtulmaları olanaksızdır.” Olmak biçimli bir dünya bireylerin sahte ve abartılmış ihtiyaçlarından sıyrılması ve onurunu her türden maddi zevke tercih etmeleriyle oluşturulabilir. Unutulmamalıdır ki, bütün yaratıklar içerisinde onur, yalnızca insana özgüdür. İnsandan onurunu alırsanız geride et ve kemik yığını bir enkaz kalır. Bu sebepledir ki, olgun insan için onursuz yaşamak yok oluşla eş değerdir.
Onur ve konfor çelişkisi
Küresel rekabet düzeni insanlara onur ve konforu birlikte sunmamaya özel bir önem atfetmektedir. Bu sistemin bir yanında bağımlı, pasif ve çocuksu itaat karşılığında konfor ve lüks vardır; diğer yanında ise kişilik, dik başlılık ve özgürlük karşılığında yalnız onur vardır. Bireye sorulun soru şudur: Onur mu konfor mu?
Birey ya onurundan vazgeçecek bunun karşılığında bir şeylere sahip olacak ya da kendisi olacak, başını dik tutacak bunun sonucu olarak da onuruyla baş başa kalacaktır. Sistem Fukuyama’nın da dediği gibi “Hiç bir zaman bireyin bir insan olduğu bu sebeple de bir onura sahip olduğunu düşünmez”. İnsanlara bir onura sahip olmanın yolunun kayıtsız şartsız bağımlılıktan geçtiğini bütün her türlü araç kullanılarak anlatılmaktadır.
Kitle iletişim araçları, medya, rekabet ve ilişki sıklığı yüzünden aptala dönen fertler, kendi gönül ve kafaları ile hareket etme yeteneklerini kaybetmektedirler. Kafalar; başkalarının çıkarları için, onların istek ve yönlendirmesiyle yığınla kavram cürufuyla tıkabasa doldurulmaktadır. Bu durum çıkar karşılığı kullanılmaya hazır, kendisini ifade etmek yerine söylenenleri tekrar eden insan kitlelerini ortaya çıkarmaktadır. Yalnızca izleyen, edilgen ve eyleminin nesnesi haline gelmiş bu tür davranışlar, ödüllendirilmek suretiyle özendirilir. Bu tür davranışları yalnızca komünizm ya da faşizm gibi totaliter rejimler kutsamaz aynı zamanda demokrasiler için de yumuşak başlı adam arzulanan insandır. Sonuçta “modern demokrasilerde” iyi “kesin olarak” faydalıyla bir tutulur. Egoizm sevgiden daha kuvvetli görünür ve Epicure (zevk) İsa’yı (sevgi) mağlup eder (Carrel;1977,100.)
Birey kendi yaratmadığı dünyada ve çoğu kez yaşamak zorunda kaldığı sosyal ve ekonomik sistemin parçası olmak zorundadır. Kendisine dayatılan böyle bir toplumsal sistem gurursuz ve belkemiksiz insanları özendirir. C.S. Lewis’in anlatımıyla; Modern toplumlar, belkemiksiz insanlar yani yalnızca arzu ve aklı tanıyan ve eski zamanlarda insan varlığının çekirdeğini oluşturan gurura ve öz değer duygusuna sahip olmayan insanlardan teşekkül etmiştir. Lewis’e göre ise “insanı insan yapan belkemiğidir”, çünkü “aklıyla o yalnızca bir ruh, iştahıyla ise yalnızca bir hayvandır”.
Daha açık bir ifadeyle “belkemiksiz” yani sürüngen insan, modern toplumların dayatmalarının ürettiği insan tipidir. Modern toplumlarda bireylerin yapabileceği en kolay iş onurlarını konforlarına feda etmektir.
(Yazımıza haftaya devam edeceğiz.)