Öküzler cehenneminde isyan

Her sabah aynı şey...
Hissedilen sıcaklık 40 dereceye dayanmış... Sabah yatağından doğru banyoya! “Oh ferahladım” rahatlığıyla ilk toplu taşıma aracına atıyorsun kendini... Ve her seferinde kesif bir ter kokusu bitiveriyor dibinde... Üstüne abanan bir öküz düşüyor yanına yörene. “Bir öküz”le kalırsa mutlu bile olmayı öğreniyorsun; çünkü İstanbul’da kişi başına düşen öküz sayısı kesinlikle birden fazla! (Öküz diyorum, öküzler alınmasın “mecaz” var burada!) “Haydi” diyorsun “sabır”! Nefes almanı güçleştiren, kendini kirlenmiş hissettiren o ağır kokudan kaçmak istiyorsun... Ama yok, bir tür “eğlence” bu öküz için; kovalamaca yahut köşe kapmaca! Sen sağa iki adım mı attın o üç adım atıyor sana! “Madem öyle” diyorsun “al sana saklambaç”! Temiz pak bir teyze / amca bulup kalkan yapıyorsun kendine.

***

Her akşam aynı şey!
İlla ıslak kokuşmuş tüylerini üzerine değdiren bir öküz oluyor etrafta. Küllük giyindiği algısı yaratan izmarit adamlar/kadınlar yüzünden geldiğin yer istifranın kıyısı oluyor her defasında. Bilmediğin bir dilde salyalar akıyor üzerine. Ve daha evin kapısında başlıyorsun üzerindekileri çıkarmaya, ay bu pantolana değdi, ay bu bluzla dayanmayayım bir tarafa, ay pis nefesleri hala üzerimde...:
“Suuuuuu” ...
Hiç kimse acılı arabesk tadında fakir edebiyatı yapıp da kılıf uydurmaya çalışmasın bu şehirde hergün kendini daha fazla hissettiren pisliğe! Kimseye Fransız parfümlerine bulansın demiyoruz biz de! Parasını bile bize ödettiğin suyu niye kullanmıyorsun be kardeşim! Hadi o da yok diyelim evinde, İstanbul’un her sokağı cami, her caminin avlusu sebil; tut kendini bir hortumun altına!

***


Bu travmaya rağmen sıcak da olsa esen rüzgarın daveti karşı konulamaz hale gelirse önceki gün benim yaptığım gibi iyot kokusuna doğru bir akşam yürüyüşü yapma cesareti gösteriyorsun bazen!
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin işlettiği tesislerden biri; her yer ağaç, çiçek, böcek... Yürüme yolları, çocuk parkları, çay ocağı, restoran... Beş dakika, on dakika derken, on beşinci dakikada anlıyorsun ki yalnız yürümek de bir nevi “perdesiz ev” gibi algılatıyor seni öküzler aleminde! Ağaçların arasında salınıyor öküz; ondan önce kokusu geldiğinden hiç zorlanmıyorsun teşhiste. Önce uzaktan incelemeye alıyor seni; uzaydan gelmişsin, ilk defa görüyor ya senin cinsini! Sonra sünepe, asalak, yapışkan, sümsük ama sanki içindeki azman ortaya çıkmak için fırsat kolluyormuş gibi bir görüntü içinde adımları adımlarının peşinde...
Iyyyh... Laf söylemek için bile olsa arkamı dönemeyeceğim, kusacağım galiba! Derken... Ufukta beliren kişi tesisin güvenlik görevlisi. “Durum”u fark etmiş, öküze yöneliyor: - Beyefendi lütfen dışarı çıkar mısınız, çevreyi rahatsız ediyorsunuz?
Anaaa, bir yaygara: - Niye, bizim eğlenmeye hakkımız yok mu? Biz insan değil miyiz?
Birden “temel hak ve özgürlükler” kavgasına dönüyor mevzu! “Ayrımcı, faşist” olmakla suçlanan görevli dumura uğruyor, kilitleniyor, ne diyeceğini bilemiyor. Bana dönüp “Hanımefendi isterseniz siz yürüyün ben burada bekleyeceğim” demekte buluyor çareyi!
“Oldu” diyorum, “Hepimizin başına güvenlik görevlisi mi dikeceksiniz mahallemizde güven içinde yürüyelim diye!”
“Halkımız eğleniyor” diye ben mecburen, söylene söylene çeviyorum dümeni evime!
Şimdi ben nasıl imza atmam ki Mine Kırıkkanat’ın o güzelim cümlelerine: “Ümraniye plaja indi. Bırakın mayoyla denize girmek, sahilde laf atılmadan yürümek imkânsızlaştı...”
27 Temmuz 2005 yılında yazılan “Halkımız eğleniyor” yazısından tam 6 yıl sonra, “İstanbul olmayan ne varsa, İstanbullu olmayan kim varsa” daha çok sarmaladı etrafımızı. Bütün yaşam alanlarımızı, havamızı, suyumuzu, ağacımızı, yolumuzu işgal etti... Ve biz evlerimize saklanmaktan başka bir şey yapamıyoruz... Ki bazen evlerimiz bile “yoldan geçen barış gönüllülerinin attığı molotoflarla yanma” tehlikesi altında! Ülkenin her yanı aynı istilanın pençesinde.

***


İnsanları bir kalemde “ırkçı” diye yaftalamak kolay da, hiç bakıyor musunuz günlerdir sokaklarda yürüyen insanların gözlerine? Onlar biraz da gasp edilen hayatlarını geri istemiyorlar mı sizce? “Şehre inen aşiretleri, töre cinayetleri, kapkaççı çocuk çeteleri, otopark mafyaları”yla yaşam alanlarının tam ortasına dalanlara karşı da yürümüyorlar mı aslında? Hanidir “şehir”de barınma kabiliyeti olmayan, varlığıyla bütün değerleri aşağıya çeken, yozlaştıran ve en önemlisi uzun vadede malı ve canına dönük tehidide dönüşen bir güruhun “taciz”i altında yaşayan Türkler, bunları “sırtında taşımamayı, dölünü finanse etmemeyi, aşiretini, töresini, cehaletini, kısaca yükünü çekmemeyi” (Kırıkkanat, 07 Aralık 2005) istemekte haksız mı?
Evinin önündeki parkta yürüme özgürlüğü bile kalmayan bir vatandaş olarak evet ben ırkçıyım bugün... Kürtler’e değil, tecavüz alanlarını, belli bir amaç doğrultusunda yerleştirildikleri “getto”lardan sokaklarımıza kadar yayan, ihtiyaç hasıl olduğunda terör örgütünün metropol şantiyelerinde amelelik yaptığını da iyi bildiğimiz bu en tehlikeli canlı türüne yani “cahiller sürüsü”ne nefretim. Bu yoz, bu evrimini tamamlayamamış yaratıklara karşı “insan ırkı”nın haklarının korunmasını istiyorum sadece! Suçsa da ben bu nefret suçunu işliyorum; bütün kalbimle!


İşimiz BDP’nin vicdanına kaldıysa...

Yalçın Doğan’ın dünkü Hürriyet’te yayımlanan “Kürtler daha duyarlı olmaz mı” başlıklı yazısından:
“Türkiye’de duyarlılığın taştığı bir anda demokratik özerklik ilanının anlamı ne? Ertelenemez mi? Kürt politikacılar bu kadar mı katı?”
“Demokratik özerklik” prensipte kabul edildi yani... Yenildi, yutuldu, sindirildi, hazmedildi, kimsenin boğazına takılmadı, gıcık yapmadı, mide bulandırmadı... Aslında herşey yolunda da bir tek “zamanlaması” hata! Bari ertelenemez miymiş! 13 şehit verdiğimiz gün değil de mesela bugün ilan etseler alkış tutacaksınız yani geçip karşılarına! Pes valla... İşimiz BDP’lilerin vicdanına kaldıysa, yandı gülüm keten helva!



BASINDAN SEÇMELER


Bir devlet düşünün ki ipotekli!

Bir ordu ki, tam 44 general ve amirali ve nice subayları tutuklu.
Bu ordunun Güneydoğu’da görev yapan komutanları, subay ve astsubayları, uzman çavuş ve erleri var. Her birinin içinde bir korku, en azından endişe: “Terörle mücadele ederken kazara birini vursam, beni de bir yolunu bulup içeri tıkarlar!”

***


Bir ordu düşünün ki, komutanları bazen hükümetle çok gizli görüşmeler yaparlar: “Girelim Kuzey Irak’a ve PKK’yı inlerinde vuralım. Bunların üssü olan Kandil Dağı’nı ele geçirip işi bitirelim.”
Her seferinde aynı yanıtı alırlar: “Oturun oturduğunuz yerde. Siz bizim emirlerimizdeki memurlarsınız.” Dış politikamız ABD ve AB’ye ipotekli.

***


Bir devlet düşünün ki, birileri topraklarının bir bölümünde açık toplantılar düzenleyip “Şu andan itibaren demokratik özerkliğimizi ilan etmiş bulunuyoruz. Kürdistan’a hayırlı olsun” diye haykırıyor. Kürtçü milletvekillerinden Emine Ayna konuşuyor:
“Senden birşey talep etmiyorum. Ben yapıyorum. Sana düşen beni tanımaktır.”
Tayyipgiller vesaire artık bunları sineye çekiyor!

***


Bir devlet düşünün ki , cezaevinde yatmakta olan Abdullah Öcalan’ la pazarlık görüşmeleri yapmaktadır. Bir devlet düşünün ki ona, “Aman Abdullah Bey, örgüte emir verin de eylem yapmasınlar. Biz de bir süre sonra sizin için anayasa değiştirip af çıkaracağız” sözlerini vermektedir.
Bir devlet düşünün ki, o şahsın örgütünü avukatları aracılığı ile İmralı’dan yönetmesine, emirler vermesine göz yummakta ve bu rezaletleri görmezden gelmektedir.
Bir devlet ve bir hükümet düşünün ki, ülkemizin başının belası olan bir terör örgütünü değil, onunla mücadele eden komutanlarını, subaylarını “düşman” bellemiş ve her birini yakalatıp içeri tıktırmıştır.

***

Ve bir hükümet düşünün ki, önümüzdeki anayasa değişikliğini açıkça ve resmen, Meclis’te henüz yemin etmemiş olan Kürtçü milletvekillerinin desteği ile yapacak ve “özerklik” yolu onların önüne böyle açılacaktır!
Emin Çölaşan / Sözcü




İnsanlar korkuyor...

Siyasal iktidarı eleştiren kişilerin tutuklandığını gören insanlar, düşündüklerini yazmaktan ve söylemekten korkuyor. Telefonlarının dinlendiğini hissediyor korkuyor... Kadrolaşma yüzünden işinden olacağını düşünüyor, korkuyor. Yola çıkıyor trafikten korkuyor, yürürken kafasına saksı düşeceğinden korkuyor. Gazeteleri okuyor, geleceğin getireceklerinden korkuyor. Her an bir ekonomik krizin kapıyı çalacağından korkuyor. Kapitalist sistemlerde ülkeyi yöneticiler değil şu veya bu ölçüde korkular yönetiyor.
(...) Kısacası insan insanlıktan çıkıyor... Korkan ve korkutan bir yaratık halini alıyor... Korkan insanlar düşünme yetisini kaybediyor... Bağırıp çağıranın söylediğini hap gibi alıp beynine yerleştiriyor... Böyle bir ülkede insanlar ne özgürce düşünebilir, ne özgürce oy kullanabilir... Ne özgürce geleceklerini kurabilirler... Ne de böyle bir rejimin adı demokrasi olabilir.. Demokrasi falan diye kendimizi aldatmayalım... Belirtiler resmen baskıcı otoriter rejimde yaşadığımızı gösteriyor.
Melih Aşık / Milliyet




Hani nerede profesyoneller?

Terörle mücadelede kullanılacak profesyonel birlikler nerede? Karar niçin hayata geçirilmedi? Dokuz yıllık iktidarın hiçbir bahanesi olamaz. Eğer üç aylık acemi eğitiminden sonra ellerine silâh verilerek eşkıyanın peşine gönderilen vatan evlâtları pusuya düşürülüyorsa siyasi iktidar kendi vicdanında bunun muhasebesini yapmalıdır.

***


Başbakan terörist cepheye karşı “Bizden iyi niyet beklemesinler” dedi ya... İktidar şimdiye kadar terör cephesine iyi niyet gösterdi ve dersini aldıysa çare ufukta göründü demektir. Teröriste nihayet terörist gibi davranmayı öğrenen bir iktidar, terörle savaşı profesyonellere bir an önce devretmeyi de umarız öğrenmiştir!
Güngör Mengi / Vatan




Hariçten gazel...

Daha düne kadar ellerinde viski şişeleriyle Doğulu insanlarla “kıro” , “keko” diye alay eden bu şaşkın kalemler, utanmadan arlanmadan şimdilerde demokratçılık oynuyorlar!..
Süreç, rejime saldırı süreci ya!..
Onlar da işin bir ucundan tutayım derken Aynur Doğan’ın eteğine yapışmış, cırtlak sesleriyle hariçten gazel okuyorlar!
Mehmet Faraç / Aydınlık




Çözüm Meclis’te.. Meclis tatilde..

Başkasının acısına caf caf ne kadar kolay?.
Çık salla.. Yaz imzala..
Yeni şehitler.. Yeni ölüler..
Çık gene salla.. Gene imzala..
Nasılsa senden kimse yok oralarda.. Gidenler hep, fakir fıkaranın evlatları.. Şair geçen yüzyılda söylemiş işin iç yüzünü.. Değişen bir şey yok..
“Neler yapmadık bu vatan için..
Kimimiz öldük..
Kimimiz nutuk söyledik..”
Hıncal Uluç / Sabah




GÜNÜN SORUSU

“Sehven” skandallarıyla insanların hayatlarını karartanlardan, acaba “sehven” de olsa hesap
sorulduğunu görebilecek miyiz?
Mustafa Mutlu / Vatan

Yazarın Diğer Yazıları