Obama “ABD derin devleti”nin kuklası
Obama tüm İslam âleminin bayramını kutlamış...
İyi de etmiş.
***
10.11.2008 tarihinde şöyle yazmıştım:
“Barack Obama’nın neler yapabileceğini anlayabilmek için, önce nasıl seçildiğine yakından bakmak gerekir.
Nasıl seçildiğini anlayabilmek için de Amerikan sistemini doğru anlamalıyız:
Amerika’yı esas olarak, siyasal ve hukuksal yapıyla birlikte Pentagon ve onun ardındaki çokuluslu şirketler yönetir.
Amerikan sisteminin esas öğeleri şunlardır:
Başkanlık.
Senato ve Temsilciler Meclisi olarak Kongre.
Anayasa ve onun koruyucusu olan Yüksek Mahkeme.
Stratejik ve askeri gerekliliklerin belirlendiği Pentagon.
Bu gereklilikleri hem etkileyen hem de bunlardan kâr eden uluslararası şirketler, bu şirketlerin uzantıları olan lobiler ve medya.
Bütün bu öğelerin etkileşimi sonunda genel siyasal işleyiş, stratejik gerekliliklere, paraya, güce ve medyadaki popülariteye dayalı olarak biçimlenir.
Tabii bu biçimlenmede, medyanın ve onu kontrol edenlerin rolü büyüktür.
Obama, hem bu yapının temel öğeleriyle uzlaşarak hem de yüksek bir popülarite ile kamuoyunun desteğini alarak seçilmiştir.
Önünde üç ayrı grubun beklentileri vardır:
1) Mevcut yapının yukarda saydığım temel güçlerinin, yani Amerikan yerleşik devletinin (siz isterseniz buna ’derin devlet’de diyebilirsiniz) beklentileri.
2) Amerikan kamuoyunun beklentileri.
3) Dünya kamuoyunun beklentileri.
İşte Amerika’nın siyah derili ilk başkanı, bu üç grubun beklentilerini uzlaştırabildiği veya bu beklentilerin ortak noktalarını belirleyip onları gerçekleştirebildiği oranda başarılı olacaktır.
Acaba bu üç grubun beklentileri ne ölçüde uzlaşabilir?
Önce bilmeliyiz ki, dünya kamuoyunun beklentileri ile mevcut Amerikan devlet yapısının beklentileri, ülke menfaatları açısından çelişen niteliktedir.
Obama bu konuda ancak, ’Tek taraflı dış politikadan’’Çok taraflı dış politika’çizgisine doğru marjinal bir değişiklik çabasında bulunabilir.
Bu çabanın dünya kamuoyunu rahatlatması doğaldır ama ne derece tatmin edeceği kuşkuludur.
Ayrıca, ’müttefiklerinin de menfaatlarını dikkate almanın’, Amerikan yerleşik yapısının stratejik beklentileri ve kâr hedefleri ile ne ölçüde uzlaştırılabileceği belli değildir.
İkinci olarak, Amerikan halkının, daha yaygın ve etkin sosyal refah önlemlerine ilişkin beklentileri, yine yerleşik yapının en önemli öğesi olan uluslararası şirketlerin beklentileriyle pek uyuşmuyor:
Zaten mevcut krizi aşabilmek için önümüzdeki bir yıl içinde, bu yerleşik şirket yapısına aktarılması gereken fonlar 1.5-2 trilyon dolar olarak hesaplanmaktadır. Mevcut bütçe ve dış ödeme açıkları ile birlikte düşünüldüğünde bu zorunluluk, Obama’nın halkın sosyal güvenliği ve refahı için kullanabileceği kaynaklara büyük bir sınırlama getirmektedir.
Dolayısıyla bu alanda da başarı gösterebilmesi için fazla bir şansa sahip olduğu söylenemez.
Türkiye konusuna gelince:
Kıbrıs, PKK, Kürt sorunu, Ermeni soykırımı iddiası gibi konularda Amerika’nın tavrını, Ortadoğu’daki, Kafkasya’daki ve Balkanlar’daki dengeler belirleyecektir.
Türkiye’nin çıkarlarına uygun kararlar alması için, bu dengelerin dışında herhangi bir özel neden yoktur.
Bu dengelerin ise Amerika’nın önüne bugün için ’Türkiye’nin çıkarlarına uygun’çözüm seçenekleri koyduğunu iddia etmek büyük bir iyimserlik olacaktır.”
***
Bugün geldiğimiz noktada aynen yukardaki yazıda yaklaşık dört yıl önce belirttiğim gibi, Obama dış politika açısından, “ABD’nin derin devletine” teslim olmuş görünüyor...
Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin bir parçası olarak sahneye konulan Arap Baharı senaryosu, ABD’nin yeni bir büyük stratejik yanlışını vurguluyor...
Emre Kongar / Cumhuriyet
İslam emperyalizmi (!)
Bir süredir, ’İslam barış gücü’ diye bir oluşum öneriliyor. Libya’da NATO müdahalesi ve ardındaki gizlenen kaynak paylaşım savaşlarının ortaya döküldüğü, Suriye’de benzer bir senaryonun nabzının yoklandığı son günlerde, bu kavram veya öneri daha fazla gündeme gelmeye başladı. İlk bakışta, Batı emperyalizmine karşı tepki olarak anlamlı bir girişim gibi duran bu öneri, aslında son derece sorunlu ve ciddi bir tartışmayı gerektiriyor.
Öncelikle, zaten Batılı ülkeler, müslüman ülkelere doğrudan müdahale işine bulaşmaktan artık çekinir oldular. Libya’ya müdahale gündeme geldiğinde, Britanya Başbakan’ı Cameron’ın danışmanının, ’Keşke Mısır ve Tunus müdahale edebilseydi’ dediğini daha önce yazmıştım. Bu arada, Libya hava sahasını kapatma talebini meşrulaştıran ilk BM kararının çağrısını Arap Ligi’nin yapmasına özen gösterildiğini hatırlayalım. Daha sonra, iş müdahaleye varınca, Arap ülkelerinden sadece BAE ve Katar yola devam etti, gerisi arka plana çekildi. Suriye’de de başrolü Türkiye’nin oynamasının istendiğini biliyoruz.
Nasıl bir güç olacak?
İkincisi, ’İslam Barış Gücü’denilen oluşum gündeme gelirse, nasıl bir oluşum ve müdahale gücü olacak? Herhalde bir ’yardım kuruluşu’ndan bahsetmiyoruz. Müslüman ülkeler nasıl yekvücut biçimde örgütlenecekler, kim, ne adına bir ülkeye müdahale edecek? Bu noktada, ’Güçlü olan müslüman ülkeler’in başı çekmesi gündeme geliyor. ’Güçlü müslüman ülke’den kasdedilen herhalde Türkiye. Bu, neo-Osmanlı hayali değilse nedir? Yok o değil, İslam ortak paydasında işbirliği söz konusu olacaksa, bu Batı emperyalizminin yerini müslüman ülkelerin emperyalizminin almasından başka bir şey değil mi? Dış müdahaleleri yapan kim olursa olsun, işin içine bin bir çıkar hesabı girmeyecek mi, girmeyebilir mi? Müdahale edilen ülkelerde, sorunların, kendi toplumlarının demokratik işleyişi içinde çözülmeyip, İslam adına müdahale edenler tarafından çözülmesi nasıl bir anlayıştır? Böyle bir oluşumun, ’ülkelerin iç işlerinde çıkan anlaşmazlıklar için de devreye girmesi’ni düşünenler bile olduğuna göre, demokrasi tamamen rafa kalkacak demektir. Hangi İslam ülkeleri, hangi meşruiyetle, hangi İslam anlayışı adına birbirlerinin işlerine karışacak?
Nuray Mert / Milliyet
Kıyımın sonu yok
Zahit Akman’ın adı Alman bayan savcılar Kertsin Lotz ve Sybille Gottwald’ın hazırladıkları iddianamede 47 defa geçiyorken, “Zahit’in adı iddianamede yok...” diye haber yaptırdılar. Yandaş medyadaki kalemlerine bunu bile yazdırdılar. Almanya’daki işçilere ev yapacağım diye kurulup, Alman devletinden de yardım alarak topladıkları paraları buharlaştıran bir kooperatifin üyesi olmasına rağmen Zahit Akman’ın “fahri üye” olduğunu da yazdılar.
Neden, Niçin?
Zahit’i hep korudular.
Başbakan’ın yakın arkadaşı, fikirdaşı, partidaşı olduğu için mi?
Fener davası bir bütündü.
Zahit Akman küçük bir parça!
3 savcı bütünü yakalamışlardı.
Önceki gün Adalet Bakanı Saddulah Ergin, “3 savcının bir mahkeme kararını değiştirdikleri, tahrifat yaptıkları ve bu tahrifatla işlem yaptıkları iddiası” üzerine görevden alındıklarını söyledi.
Anlaşılıyor ki, kıyım
sürecek.
3 savcı hapse kadar
gidecek.
3 savcı basın toplantısı yapmalı.
Tahrifat iddiasını cevaplamalı.
Bütünün belgelerini açıklamalı.
Necati Doğru / Sözcü
Adalet inancı yara aldı
Kamuoyunda hassasiyet yaratan önemli siyasi davalara bakan hâkim ve savcılar hakkındaki şikayet dilekçeleri büyük çoğunlukla kabul görmezken, iktidara yakın şahsiyetlerin sanık oldukları bir soruşturmada bu izinlerin süratle çıkmasının kamuoyunda istifham yaratmaması düşünülemez.
Tabii son kararın pratikte yarattığı çok önemli bir sonuç da var. Görevden alınan üç savcı, 2008/2111 sayılı bu soruşturma dosyası üzerinde yaklaşık 3 yıldır çalışmaktaydı. Delil olarak yaklaşık 700 klasör tutan 10 binlerce belge söz konusudur. Yeni iki savcının sıfırdan başlayacakları bu dosyaya hâkim olabilmeleri çok uzun zaman alacaktır. Bu durum, siyasi boyutlar da taşıyan bu davada en azından bir duraklamaya, gecikmeye yol açacaktır.
Sonuçta nereden bakılırsa bakılsın, savcılar hakkındaki kararın adalet inancının yara aldığı bir olay olarak toplum vicdanına yer etmesi kaçınılmaz görünüyor.
Sedat Ergin / Hürriyet
NATO ORDUSU DİNLENİYOR!
Bayram günü bir dost sohbetinde uzun yıllar önemli bir devlet kurumunun başında oturmuş daha siyaset hayatına atılmış bir dostum, “deneyimlerinden” yararlanarak dedi ki “Biz Genelkurmay’ın nasıl dinlendiğini merak ediyoruz ama asıl dinlenenin NATO olduğu aklımıza gelmiyor.”
Haklı tabii. Sonuçta Türk ordusu NATO ordusu.
Dostum, “Bak” dedi ve devam etti: “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bütün talimatnameleri dışarıdan gelir. Lavaboda nasıl el yıkanacağı bile tercüme edilmiş talimatlara göre yapılır. Demek ki bir Genelkurmay Başkanı’nın odasının veya bulunduğu yerin güvenliği için de talimatlar vardır. Fransa Genelkurmay Başkanı dinlenmemek, kaydedilmemek için ne önlem alıyorsa bizim Genelkurmay da aynı önlemi alıyordur.”
Ben de “almamışlar” dedim. Gülerek “Tabii ilk akla gelen bu, ama o zaman da NATO’nun hesap sorması gerekmez mi? Sormuyorlar, tek kelime etmiyorlar” dedi ve can alıcı bir şey ekledi:
“Kozmik odaya girip arama yapıldı. Yahu orası Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kozmik odası değil ki, NATO’nun kozmik odası, oraya elini kolunu sallayarak giriyorsan demek ki NATO’dan da iznin var.” Yorum yapmak istemedim, zaman zaman aklıma takılan bir konu bu çünkü ve sadece “hmmm” diyerek sustum.
Ama dostum sürdürdü konuşmasını “Bütün bunların altında yatan 1 Mart tezkeresidir, bunu bil. Hatırla, Milli Güvenlik Genel Sekreteri olan bir Orgeneral artık NATO’dan çıkmayı sorgulamaktan, İran ve Rusya ile yeni pakt kurmaktan söz etmişti. NATO bunu kabul edebilir mi, bunu yapanları cezasız bırakabilir mi?”
İyice sustum ve düşündüm; Genelkurmay Başkanlığı dinlenebiliyorsa bunu ancak gücünü çok önemli yerden alan bir çete gerçekleştirebilir. Bu güç, Türkiye’de kimi generallerin sistem dışına çıkma hevesi taşıdıklarını gördü de, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yeniden yapılandırmaya mı soyundu acaba?
Can Ataklı / Vatan