‘O sopa’nın alışkanlığı...
Hakikat kırk katırın üzerindeki yük veya kırk satırın üzerindeki kan mıdır?
Sivil kıyafetleri ve ellerindeki kalın sopalarla şehrin sokaklarında resmî polislerin refâkatinde gösterilere katılanları öldüresiye döven ve ‘sivil polis’ oldukları söylenen zorbalar, aslına bakarsanız ‘devlet’ dediğimiz kavramın en mütebâriz sembolü ve metaforu olmaya devam ediyor.
AKP iktidârının on yıllık demokratik(!) mücâdelesiyle yıkıldığı söylenen ‘vesâyet rejimi’nin ‘koruma ve kollama’ vazifesinin elindeki caydırıcı güç ‘millete çevrilen namlular’dı, AKP iktidârının tesis ettiği ‘demokratik rejim’in elindeki caydırıcı güç ise ‘sopa’lar. ‘Namlular’ da devletin namlusuydu, ‘sopalar’ da devletin sopaları, namluyu milletine çevirenler de devletlûydu, ellerinde sopalarla şehrin sokaklarında milletin fertlerini dövenler de devletlûydu.
Değişen yalnızca vesâyet rejiminin uygulayıcıları oldu. On yıl evvel o uygulayıcılar ‘laik-Kemalist kadrolar’dı, on yıldan bu yana o uygulayıcılar ‘müteddeyyin kadrolar’...
Yani vesâyet abdest alıp burnuna da üç kez su çekince vesâyet olmaktan çıktı, ‘demokratik takvâ’ sâhibi oldu. Artık elinde sopa milletin fertlerini şehrin ortasında ve gözler önünde dövebilirdi, çünkü onların kestiği parmak acımazdı.
Yeter ki sopa ‘devletin sopası’ olsundu, yeter ki sopayı ellerinde tutanlar ‘devletlû’ olsundu.
Böyle de oldu...
‘O sopa’nın iki mağdur kesiminden bir taraf meydanları doldurdu, diğer taraf meydanları dolduranların siyâsî kimliklerinden dolayı yine iktidarın tarafına düşüverdi.
On yıllık AKP iktidarına muhalefet etmeyi neredeyse zûl addeden ve her zor durumunda iktidara payanda olan gelenek yine sokakların dilini kendi kavramlarıyla okumaya zahmet etmedi ve münferit destekleri de ‘iç disiplin’ kurallarıyla tehdit etmekten de geri durmadı.
Göstericilerin eylemleri esnâsında çevreye verdikleri maddî zararları dillerine dolayan gelenek, “protestolar haklı ama hak arama yolu şiddet olamaz” dedi hiç utanmadan, hiç sıkılmadan.
Oysa otuz yıllık şiddet ve otuz yılda katledilen binlerce insanın kanı üzerinden aldığı haklar ve şiddet ile pazarlık masalarında kendisine hatırı sayılır bir koltuk edinen PKK’nın bu kapıyı ardına kadar açtığını kimse hatırlatmadı ‘mütedeyyin vesâyet rejimi’nin sahiplerine.
Otuz üç yıl evvel bir 12 Eylül sabahı ‘o sopa’yı en şiddetli bir şekilde kafasına yiyenlerin devlet ile aralarındaki o zihnî ensest münâsebetin el-ân devam ettiğinin en büyük göstergesi, bugün başkalarının kafasına inen o sopayı kutsaması, ‘o sopa’yı tecviz ettiğinin en veciz mottosu da ‘devlet babadır, ister döver ister sever’di.
Tek parti döneminin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın ruhu aramızda dolaşmaktadır bütün canlılığıyla, ne diyordu Şükrü Kaya:
“Hürriyet nâmına devlet otoritesini fedâ edemeyiz...”
Bugün Şükrü Kaya’nın ruhuyla ve dilinden konuşanlar, hürriyet nâmına devlet otoritesine, yani ‘o sopa’ya sahip çıkanlar ‘o sopa’yla aralarındaki alışkanlığı da izah etmeliler.
Taksim Gezi Parkı’ndan ülkeye yayılan eylemci grupların siyâsî kimliğiyle veya eylemlerin arkasında kimlerin olduğuna dâir teorilerle, “Evlerinde zorla tuttuğumuz yüzde elli var, biz de istersek meydanlara iki milyon kişiyi indiririz, Kazlıçeşme’ye iki yüz bin kişiyi yığarız...” provokasyonları arasındaki tercihini provokasyondan yana yapanlar, ‘kırk katır mı kırk satır mı’ arasında bir tercih yapıyorlar.
Havaalanında yaptığı konuşmada, hayatını kaybeden polis üzerinden istismar ve provokasyon yapan Başbakan, karşısındaki kitleyi ajite ediyor ve kitle de “yol ver gideriz, hepsini ezeriz” diye bağırıyor.
Bu sürecin en büyük provokasyonu bu değil de nedir?
Hayatını kaybeden polise rahmet okurken, gösterilerde hayatını kaybeden diğer iki vatandaşı anmıyor Başbakan, sürecin en büyük ayrımcılığı ve bölücülüğü bu değil de nedir?
Neden “‘kırk katır mı kırk satır mı?’ arasında bir tercih yapmak zorundayız?
Hakikat ‘kırk katırın üzerindeki yük veya kırk satırın üzerindeki kan’ mıdır ve hakikat bu kadar ucuz mudur?
Ucuz ve pespâye bir kumaştan sahte hakikat libasları giyinmiş ‘mütesettir vesâyet rejimi’ne mahkûm mudur bu ülke?
Mesele hakikaten üç-beş ağaç değildir, mesele hakikaten Topçu Kışlası değildir, mesele hakikaten modernitenin yeni tapınakları AVM’ler de değildir.
Mesele, zulmün nereden geldiğine bakılmaksızın karşısında olmak, haksızlık karşısında susan dil olmamak, zulüm Azrail olsa hep Hakk’ı tutmak ve ‘o sopa’nın alışkanlığından kurtulmaktır.