O mülk kimin?
Kim ki, benim dükkânım-tezgâhım, arsam, fabrikam, tarlam-tapum İstanbul’da. Ben oğlumu bu dükkân-tezgâh, bu tapu ve tarlalarımı emanet edeceğim diye yetiştirdim. Ta Amerika’larda tahsil yaptırdım. Şırnak’a asker gönderip kör bir kurşunla öldürtemem diyerek alacalı çürük raporları temin ediyor yahut yurt dışında çalıştırma ayakları ile askerlik yapmaktan kurtarmak istiyorsa, işte o aslında, vatan denildiğinde tapu, dükkân, tezgâh; evlat denildiğinde de, varlığını çoğaltacak, bunu yaparken de kendisine ihanet etmeyecek ve minnet duyacak bir yönetici anlıyordur da, farkında bile değildir.
Oysa onun “benim” dediği her şeyde daha önce bu topraklarda yaşamış, bu topraklar bizden sonrakilere kalsın diye şehit düşmüş, gazi olmuş, aç kalmış, esir düşmüş insanların, savaşmamış olsalar da onların evlatlarının, torunlarının, şu anda yaşayanların ve tabii gelecek nesillerin de “vatandaş” olarak bir “hak”ları vardır.
Bitti mi?
Bitmedi.
Bütün insanlığın, hatta yerde yürüyen karıncasından gökte uçan kuşuna kadar bütün mevcudatın “insan” ve “canlı” olarak, sonra sana ve çalışanlarına gıda ve oksijen sağlayan bitkilerin de bir “hakkı” vardır.
Yine bitmedi.
Allah’ın “hakkı” da unutulmamalıdır.
Sen yok desen de, sen, ben çalıştım, her şey benim aklım, benim alın terimle böyle oldu desen de, bu haklar vardır.
Ödemezsen, ‘hak yiyen’ olursun.
Evet, tapu ve dükkân senin amma şehitler ve gaziler olmasaydı bugün bu topraklarda sen değil kim bilir kimler olacaktı?
Tamam, savaşmadılar ama o şehit ve gazilerin torunları lakaydi davransalardı, bana ne deselerdi, vatan elde kalır mıydı?
Belki, iyi, bütün bunları anladık, peki şimdi yaşayanların ne gibi bir hakkı var, diyebilirsin? O lafı insan olmayan arı ve karınca bile demiyor.
Diğer insanlar olmasa, yani senin tapun, senin dükkânın tezgâhın Afrika’nın bir çölünde olsa ne işe yarar? Herkes olduğu için ve o herkes adam gibi adam olduğu için müşterin var, malın para ediyor. Urfa’dan gelmiş bir insan lokantana girip yemek yedi, dükkânına girip mal aldı ve parasını ödedi ise o lokanta, o dükkânda o müşteriyi adam gibi yetiştiren Urfa’daki anne babanın da bir hakkı vardır, tıpkı senin tertemiz yemekleri makul olan fiyata yedirip karnını doyurduğun o kişide olan hakkın gibi. O anne-baba o çocuğu, içi yolcu dolu otobüsleri cayır cayır yakan PKK militanları gibi yetiştirseydi, bu düzen böyle işler ve sen bu parayı kazanabilir miydin?
Sonra arsan dün beş lira ediyorken bugün yüz lira ediyor, dükkânına dün on müşteri geliyorken bugün elli müşteri geliyorsa, bu, köyden şehre göç, yani sosyalleşme neticesidir. Tapunun değerini dükkânın cirosunu sen değil bu hareket artırmıştır ve bu hareketin bu artıştan bir hissesi olmalıdır. Bu haklar ancak sosyal sorumluluk duymak ve gereğini yapmakla ödenir. Bunun asgarisi adam gibi vergi vermek, normali ise, nerede sosyal bir yara varsa gücünün yettiği oranda o yaraya merhem olmaktır.
Olmazsan düzen bozulur, arsan yine beş liraya düşer, gün gelir dükkânına kilit vurursun. Vurmam deme, Osmanlı dağıldı, sen nesin ki!
Allah’ın hakkına gelince?
Bütün sebepleri, “Tapum!” dediğin toprağı, zengin olmanı sağlayan sosyal olayları ve müşterilerin, çalışanların olan insanları ve seni yaratan Allah’tır, aslında bütün haklar O’nundur, O kurdu kuşu için, “Düzeni bozma” Eşrefi mahlûkat için de, “Benim adıma kuluma ver” der.
Şimdi anladın mı “benim” dediğin ne kadar senin?