O gençlere de ağladın mı böyle!..

Turgut Özal Üniversitesi’nin düzenlediği Aydın Menderes’i Anma programına katılan Taha Akyol, cezaevinde Menderes’e atılan tokadı anlatırken gözyaşlarına boğulmuş. Dün kimi gazetelerin birinci sayfadan duyurduğu bu haber internet sitelerinde de geniş yer buldu.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı’nı, “Yüzünde şiddetli bir tokat darbesi patlamış halde, yakasından odanın içinde sürüklenirken” görmek, sarsıcıdır elbette... Aradan kaç yıl gerçerse geçsin o anı yeniden yaşamak da öyle; insan hüzünlenebilir, kahırlanabilir, asabı bozulabilir...
( Adnan Menderes bugün İsmet İnönü gibi “sakıncalı” olsaydı, iktidar tarafından günaşırı suçlanan, karalanan, hakarete uğrayan, mezarında bile rahat bırakılmayan bir pozisyonda olsaydı Akyol yine de o anmaya katılır, duygusal çıkışlar yapar mıydı bilemem tabii...)

***


Akyol, Menderes’in Yassıada yargılamaları sırasında mahkeme başkanına hitaben yaptığı konuşmayı okurken de hayli zor anlar yaşamış. Menderes’in Akyol’u duygulandıran konuşması şöyle:
“Reis beyefendi, sadece usule ait bir maruzatta bulunacağım. Bir insanın haklarını müdafaa edebilmesi için muayyen şartların mevcudiyeti lazımdır. Bendeniz 5 aydır tecrit edilmiş vaziyette, bir tek oda içinde ve günün 24 saatinde her saat başı değişen bir nöbetçi subayın nezareti altında bir tek kelime bile konuşmadan yaşadım. Bu şartlarda konuşma ve akli melekelerim sekteye uğradı.”
Bu satırları okurken zihnimde hanidir saklı duran bir isim “ben de burdayım” diye haykırdı sanki;
Ali Bülent Orkan!
Bilgisayar klavyesine dökülen gözyaşının gazete sayfasına aksi imkansız ama yine de burada yazmaya cesaret edemiyorum ona uygulanan işkenceleri. O kadardı ki o da akıl sağlığını kaybetme noktasına gelmişti. Mahkeme dinlemedi. Daha 25 yaşındayken, 12 Eylül darbesinden sonra darağacına gönderilen 9 ülkücü gençten biri olarak idam edildi.

***


Taha Akyol’la ilgisi mi?
Bire bir temasları olmuş muydu, hiç karşılaşmış mıydılar, konuşmuş muydular bilemem tabii. Bildiğim şu ki; o gencecik adam da, diğer binlerce ülkücü genç gibi aralarında Taha Akyol’un da olduğu “eğitimci”lerin öğrettiği ülkülerin peşinden gittiği için can vermişti!
Tamam kabul 12 Eylül’den sonraki Türkiye, kalemini onların hatırasını yaşatmaya adayanlar için asla güllük gülistanlık değildi; “yeni düzen” de milliyetçileri sevmedi, zulmüne devam etti. Herkesin buna katlanabilme iradesini göstermesi beklenemezdi. Nitekim kimileri “çile” iklimini terkedip her devrin zevkine ermeyi tercih etti...
Ama yine de, böyleleri bile...
Öyle cafcaflı tören kürsülerinde, tahsisi ömürlük gibi duran köşelerinde, iktidarlı müdavimlerinin şahitliğinde bir gün olsun “konjonktüre” aykırı gözyaşları dökemeyenler bile başlarını yastığa koyduklarında, saklı gizli de olsa ıslatmış mıdırlar acaba nevresimlerini!
Taha Akyol mesela, binlerce makbul davetliye olmasa da, mesela sadece Mustafa’yı oturtup karşısına, “Bak oğul” deyip anlatmış mıdır Orkan ve onun gibilerinin hikayesini... İşkence askısından indirilmiş bir ülkücü gençle göz göze geldiğinde hissettikleri düğüm olmuş mudur boğazında, genzinden başlayan yanık, yaş olup akmış mıdır yanaklarına...
Merak ediyorum Bülent Arınç’ın karşısında Menderes’e ağlayan Akyol, dizinin dibinden kara toprağa uğurladığı o çocuklardan kaçının annesinin, babasının karşısına geçip de hüngür hüngür ağlamıştır yıllar sonra!
Ağlamış mıdır!




Çok oluyorsunuz...

Can Dündar, dün Milliyet’te, Turgut Özal’ın Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın idamına 4 hafta kala, ABD’de “görevli” olduğu sırada yazdığı mektubu yayınladı. Özal, devrin köşe yazarlarından Ahmet Kabaklı’ya yolladığı mektubunda şöyle diyordu:
“Muhterem Ahmet beyefendi,
Teknik Üniversite duvarlarına, bir tarafa köprü karikatürü, diğer tarafa da 6. Filo’yu koyarak ’Köprü ve bekçisi’diyen komünistlerin, aslında neyin peşinde oldukları bugün daha iyi anlaşılmıyor mu?
Bir senelik bir Örfi İdare, bütün melanet ve hıyanetlerini meydana çıkardığı gibi, Türkiye’nin kalkınması için sarf edilen insanüstü gayretlere yapılan insafsız hücumların kasti hüviyetlerini de ortaya çıkarmıştır. Zaman, muhakkak durumu daha iyi gösterecektir.
Fakat bir endişem var:
Tarihten, tecrübeden ders alacak mıyız, yoksa sözde bir acıma duygusu ile karıştırılan, aslında maksatlı birtakım oyunlara alet olarak Türkiye’yi yıkmak isteyenlere bir şans daha mı vereceğiz?
Türkiye hiçbir zaman komünist olmayacaktır, ama kalkınma yolunda kaybettiğimiz zamanları geri getirmenin mümkün olmamasından korkuyorum.”
Hayatınızın hiçbir döneminde Deniz Gezmiş’le aynı safta bulunmamış olabilirsiniz... Fikrini paylaşmayabilir, eylemlerini kınayabilirsiniz... O dönem onların eline bomba tutuşturanların niyetini sorgulayabilirsiniz... Birçok nedenle “suçlu” ilan edebilirsiniz...
Ama yukarıdaki mektupta, 12 Eylül darbesi sonrasında bu ülkeyi yönetmeye başlayacak olan Turgut Özal’ın ABD’den haykırdığı gerçeği görmezden gelemezsiniz:
101 tane Amerikan üssünün olduğu ülkede ne demekmiş “6. Filo’yu denize dökmek”, bu çocuklar da çok oldular ama!



BASINDAN SEÇMELER


“İleri demokrasi”mden garabet manzaraları

Baskıcı rejimlerde kitap yasaklandığını gördük... Hatta basılmamış kitap bile yasaklandı! Operasyonlardan sonra emniyet müdürlüklerinde yapılan basın toplantılarında daktiloların, bilgisayarların, cep telefonlarının, boş A-4 kağıtlarının “örgütsel ekipman” olarak basına gösterildiğine tanıklık ettik... Hele evinizde boya kutusu ve birkaç metre de Amerikan bezi bulunduysa; bu, ayvayı yediğinizin resmi demekti... Ama bugüne kadar, hiçbir yiyecek maddesinin hem de savcılık makamınca yasaklandığını görmemiş ve duymamıştık...
Sonunda bu da oldu:
“İleri demokrasimizde” bir adliye kantininde dondurma ve kuru pasta satışı yasaklandı.
Aslında demokrasimiz ne kadar “ileriyse” , o adliyemiz de o kadar “adliye...”
Çünkü cezaevi yerleşkesinin içinde!
Tahmin etmişsinizdir; Balyoz ve Ergenekon Davası’nın görüldüğü Silivri Cezaevi’nin içindeki duruşma salonundan söz ediyorum.
Cuma günü Balyoz Davası’nda duruşma vardı bu salonda... Bazı izleyiciler, sanık sırasında oturan yakınlarının çok özlediğini düşünerek, mahkeme kantininden aldıkları 200 kadar dondurmayı ve bir iki kilo kuru pastayı sanık sıralarına atmış...
200 dondurmayı çok bulabilirsiniz ama unutmayın; sanık sayısı 250!
Gelin görün ki; duruşma salonunun güvenliğinden sorumlu jandarma personeli, eski komutanlarına yapılan bu jeste izin vermemiş... O dondurmaları ya da pastaları atan seyircilere engel olmuş. Tartışma büyüyence de devreye Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı girmiş ve tarihe geçecek kararını açıklamış: “Kafeteryada dondurma ve kuru pasta satışı yasaktır!”
Bu yasak kararını veren, bir Başsavcı...
Yani; “hukuk adamı...”
Umarım Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı, aldığı bu kararın, bizim bilmediğimiz ve hatta tahmin bile edemediğimiz “haklı gerekçesini” açıklar da dondurmanın ve kuru pastanın nasıl tehlikeli (!) bir suç aleti olduğunu anlarız...
Hem bu bizim işimize de gelir:
Çünkü bundan sonra, “Baba dondurmaaaa” diye tutturan çocuklarımızı reddederken hukuki bir gerekçeye sahip oluruz!
Gerçi onlar bu “gerekçeyi” asla yemezler ama...
Sonuçta yargı kararıdır, gerekirse devreye jandarmayı koyar, bir şekilde (!) ikna ederiz...
Mustafa Mutlu / Vatan




Bizim memlekette hayat çok kolay olabilir aslında...
Okumayacaksın, düşünmeyeceksin, hiçbir şeyi sorgulamayacaksın... Yapacağın iş gayet basit;
Erdoğan’ın beğendiğini beğenecek, beğenmediğini beğenmeyeceksin... O kadar...
Haldun Ertem / Milliyet (Açık Pencere)




3 askerimizi şehit eden (ama bayram kaldırmakla öyle meşgulüz ki bunun lafı bile edilmedi, “halkım” da bunlara alıştı) PKK ile siyasi uzantısı Türkiye Cumhuriyeti’ne ait milli bayramları istemez, onları memnun etmek midir mesele?
Üç şehit daha vermemize neden olanlar için mi kaldırılıyor ulusal bayramlar, yoksa “başka rahatsız olanlar” da mı var?
Ruhat Mengi / Vatan




Genelkurmay’dan bilezik Hükümet’ten kol saati...

Gazeteyi açtım...
Manşet.
Poyrazköy sanıklarından binbaşıyla koramiralin avukatı, duruşma sırasında mahkeme başkanından söz istemiş, “müsaadenizle televizyon muhabirine evlilik teklif ediyorum” demiş, mahkeme başkanı “talebiniz kabul edilmiştir” deyince, televizyon muhabiri “sertifikalı tektaş alırsa, evet diyorum” demiş, sanıklar alkışlamış, genç çifti tebrik etmişler filan.
Ben de tebrik ediyorum.
Çünkü...
Damadı internet sitelerindeki ufak tefek haberlerden tanıyorum, müthiş açıklamalar yapıyor, sahte deliller, çakma belgeler, yalancı şahitler, normalde ortalığın ayağa kalkması lazım, o kadar enteresan “söz”ler söylüyor... Bırak manşeti, birinci sayfaya girdiğini bile görmedim.
“Söz” lendi...
Ana Haber’de yayınladılar.
E hâlâ, vay efendim sansür varmış da, tutuklu subayların sesini kimse duyurmuyormuş, haber yapılmıyormuş falan deniyor... Siz ne biçim kurmaysınız kardeşim, kafayı çalıştırın biraz.
Kına gecesi mesela...
Ergenekon duruşmasında.
Yaptınız da, duyurmadık mı?
Balyoz’da nişan.
Silivri’de düğün.
Hasdal’da bekârlığa veda partisi.
Maltepe’de takı merasimi.
(Genelkurmay’dan bilezik.
Hükümet’ten kol saati.)
Sincan’da imam nikâhı gari.
Ya da ne bileyim...
Orgeneralin aşk mektupları.
Yazdınız da, yazmadık mı?
NOT:
İster misin, Genelkurmay bi açıklama daha patlatsın şimdi... Ata’sına bağlı Türk Silahlı Kuvvetleri, tahriklere gelmez, bilezik takmaz, vesaire...
Yılmaz Özdil / Hürriyet




Doktora saldırana ne ceza veriliyor?

Bir okur mektup yazmış; “Sayın Doğru, geçen gün doktorları vuranlarla ilgili yazılar yayınlamıştınız. Bir husus eksik kalmış. Hemen her gün hasta yakınlarından dayak yiyen bir doktor haberi okuyoruz ve hep de dayak atanlar “tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyorlar”. Acaba doktorlar da gidip o “tutuksuz yargılamak üzere serbest bırakan” yargıçlara dayak atsalar, onlar da “tutuksuz yargılanmak üzere” serbest bırakılırlar mı ne dersiniz?”
Necati Doğru / Sözcü




Zulmünüz er geç batacak

Ey iktidar ve adamları, sizler de bugün zulmediyorsunuz.
Ama, iktidar hiçbir zorbaya yâr olmamıştır!
Bütün “büyük” saydığınız alanların hepsini ele geçirdiniz. Bütün makamlar sizin... Bütün ordu sizin... Bütün eğitim sizin... Bütün okullar sizin gibi... Neredeyse bütün medya sizin... Neredeyse bütün iş dünyası sizin... Bütün üniversiteler sizin... Bütün adalet ve yargı sizin...
Hepsinde istediğiniz gibi at koşturuyorsunuz... Bir uçtan diğer uca!..
Elinizde kamçılar, vurarak, yıkarak, içeri atarak...
Büyük bir kinle, garabet hukukunuzla cezalandırarak.
Arkadaşlarımızı içeride tutuyorsunuz... Subaylarımızı içeride tutuyorsunuz, bilimcilerimizi içeride tutuyorsunuz... Gençlerimizi, hele o gözümün bebekleri üniversitelilerimizi içeride tutuyorsunuz...
Dur durak bilmiyorsunuz, yeter demiyorsunuz...
İnsan sevgisinden, hukuk saygısından, adalet duygusundan tamamen arınmışsınız...
Gözleriniz dönmüş, faltaşı gibi dışarıda, boğazınız düğüm düğüm, durmadan bağırarak çağırarak, parmak-yumruk-polis-savcı-hâkim sallayarak milletin üstüne!..
Yetmiyor, hep dahasını istiyorsunuz!

***


Şimdi de aşağılara doğru iniyorsunuz... İnsanların tek tek özel yaşam alanlarına...

***


Zulmünüz er geç batacak...
Orhan Bursalı / Cumhuriyet

Yazarın Diğer Yazıları