O fotoğraf
O fotoğraf sosyal medyaya düşünce önce fotoğrafa kızanlara üzüldüm. Sonra çocuklarımıza, sonra o çocuğa...
Başka fotoğraflar geldi gözümün önüne.
Ali Bülent'in yeğenleri ile fotoğrafı, bir o kadar mahsun bir o kadar yakışıklı. Hani idamının bir hafta ertelenmesine "hatmimi tamamlayacağım!" diye sevinen Ali Bülent...
Oğlum geldi gözlerimin önüne. Bir sabah takım elbisesi ile. "Nereye evlat?" sorusuna verdiği cevap: "Şehit cenazesine".
O gün büyüdüğünü anladım.
Biz de şehitlerle büyümüştük, Mustafaların, Selçukların, Ali Bülentlerin hikâyeleri ile.
Cezaevi kapılarına yardım taşıyarak, savcılardan bin bir torpil, yalvarışlarla aldığımız izinlerle cezaevindeki ağabeylerimize yaptığımız ziyaretlerle.
Çocuklarımız da şehit ailelerinin acılarına teselli olarak, cenazeleri omuzlayarak büyüyor. Baba ve anaların kaderi çocuklarına sirayet edermiş. Mücadele veraseten intikal eden bir hâle dönmüş. Buraya dikkat: "Mücadele" diyorum, "politika" değil.
Çocuklarımıza neyi öğrettiysek onu bilir. Bir çocuk, ebeveynden gördüklerini "modeller", büyüdükçe bu modelleri kontrol eder, eleyerek veya içselleştirerek yoluna devam eder. Burada önemli olan "kontrol" mekanizmasıdır. Biz Ülkücüler için bu mekanizma, Türk-İslâm Ülküsü'nü oluşturan değerler silsilesidir. Başkaları için de başka bir şey...
Mesele budur.
Biliyorum, çoğumuz bugün bildiklerimizi çıktığımız yolda öğrendik. Anası "ümmi", babası "okur-yazar" biri olarak biliyorum ve yaşadım ki bir büyük adamın yaktığı çoban ateşinin peşine düşerek başladık öğrenmeye.
"O çocuğun bir suçu yok" dediğimde kızdı çoğu arkadaş bana. Evet, suçu yok çünkü "gördüğü" bu.
Yanlış anlaşılmasın masadaki nesneden bahsetmiyorum. O, işin sadece ayrıntısı...
Mesele "danışılacak" pozisyona yükseldiği hareketin geleneklerinden bîhaber olmasıyla alakalıdır. "Danışmanı olduğum hareketin gelenekleri nelerdir?" diye merak etmemesi veya bu gelenekleri "önemseme" ihtiyacı hissetmemesi "onlar eskidendi" yanılsamasının ürünüydü ihtimal.
İdarecinin çocuğu olmanın verdiği özgüvendi belki. Belki de idareci "ebeveyn"den aldığı, en hafifinden "artık değişti" izleniminin sonucuydu o görüntü.
Fotoğrafın sonuçlarına, tepkiye bakılırsa değişmemişti değişti sanılan şeyler. Onlar için "acı bir tecrübe" oldu bu süreç.
Bizim için de acı bir tecrübe oldu. Merkezî tavırda bir değişim olmadığını gördük: Karabudun söylenir, Akbudun yaşamaya devam ederdi.
Öyle de oldu.
O fotoğrafın kahramanı, siz bu yazıyı okurken, kuvvetle muhtemel, kendisi gibi danışmanlıkta mahir, beraber büyüdüğü, diğer "dava önderlerinin" akraba ve taallukatı ile birlikte meclise doğru yola çıkacak ve hareketimizi aydınlık ufuklara doğru yönlendirecek...
Karabudun mu?
Vazifeye devam. Elde afiş, dilde türkü çalışmaya devam edecek. "Milliyetçi Türkiye aha şu virajı dönünce karşımıza çıkacak" diye işaret buyuran "dava" adamlarının peşinde yola devam edecek. Çocukları şehit cenazelerine, üniversite koridorlarında hainlerle mücadeleye, Fıratlara ağlamaya devam edecek...
Hayatta herkesin bir vazifesi var azizim: Kimisi Fırat olacak, kimisi Orhun...
Sahi rüyamız neydi?
O fotoğrafı görünce aklıma Dücane Cündioğlu'nun "İbrahiminki bir düşün eseriydi, ya seninki?" isimli yazısı geldi. Şöyle yazmıştı yıllar önce bugünü tarif eder gibi:
"Elinde rüyasından başka ne vardı?
Hiçbir şey!
Sadece bir rüya. Bir rüya uğrunaydı her şey. Sade bir rüya için.
Adamı adam edecek tek şeydir rüyası!
İşte bu nedenle sana, kurbanın nedir, diye sormuyorum ey Talib, sen asıl rüyanı söyle! Kendi rüyanı.
Görülmeye değer neyin var ki kesebilesin, kesmekle mükellef olasın? Neyi gördün ki neyi keseceksin?
Başkalarının rüyasını konuşmayı bırak da söyle, senin rüyan ne?
Düşlerinde, görülmeye değer olanı görebiliyor musun ki kesilmeye değer olanın dedikodusunu yapıyorsun?
Elindeki bıçağı göre göre sana koşan sevgiliyi mi gördün düşünde? Bakmaya bile kıyamayacağına mı kıydın?
Ne yazık ki hayır! Rüya da başkalarına ait, kurban da!"
Şu notu düşmüştüm onun altına. Çocuğunuza bir "rüya" veremiyorsanız, verememişseniz "rüyamızı" katletmeyin, çekin gidin!
Sonra sormuştum bu fotoğrafı bize hediye edenlere: Sahi, "rüyamız" neydi, biliyor musunuz?