O benim teröristimdir ancak!
Günün sorusunu odatv sormuş:
“Ama hangi Ergenekoncu?” Hoş bu soru aslında bizim sade bugün, dün değil günlerdir, aylardır sorduğumuz birçok başka sorunun türevi, suç işleme eğilimi kronikleşen bir zihniyeti ele veren parmak izi...
Mevzu;
Ümraniye soruşturmasının ilk gününden itibaren birçok gazeteciyi manşetleriyle hedef gösterenlerin, köşe yazılarıyla linç edenlerin, iktidarın gücü adına ipotek altına aldıkları ekranlarda zulme alkış tutanların, yalnız ve ancak “kendi arkadaşlarına” dokunulduğunda hatırlamaları Türkiye Cumhuriyeti’nin aslında bir “hukuk devleti” olduğunu; olması gerektiğini...
Mevzu;
Bir kere bile Tuncay Özkan diyememiş olanların Ahmet Şık’ın evinin önünde nöbete duruyor olması... Bir kere bile Mustafa Balbay dememiş olanların Nedim Şener’e canlı kalkan oluşu... İlhan Selçuk, Deniz Yıldırım, Hikmet Çiçek, Ufuk Akkaya ve bütün diğer gazeteciler için “kırın kalemini” tezahüratında bulunanların “gazeteciliğin onuru”nu onuru sayar olması bir anda...
***
Nitekim Ahmet Hakan isimlerle şöyle somutlaştırdı “Benim Ergenekoncum iyi Ergenekoncu” sakatlığını:
“Yıldırım Türker, Ahmet Şık’a destek verdi.
Oray Eğin, Soner Yalçın’a sahip çıktı.
Uğur Dündar, Nedim Şener’e kefil oldu.
Muharrem Sarıkaya, Mustafa
Balbay’a mektup yazdı.
Murat Belge, Ahmet Şık’ı tanırım
diye yazdı.
Melih Aşık, başından beri Soner
Yalçın’a destek verdi.
Can Dündar, Nedim ile Ahmet için ayaklandı.
Aydın Engin “Tanımayanlar için” Ahmet Şık’ı yazdı.”
Tıpkı vurguladığı gibi, “Ne diyordu o meşhur Şavşat türküsü?
“Gittim padişahtan ferman getirdim / Herkes sevdiğine canım sarılsın diye.”
***
Herkes sevdiğine sarıldığında sıklaşmıyor ki saflar haksızlığın karşısında... Tersine birbirine sırt dönmüş insanların arasında açılan gediklerden sızıyor “zalimin zulmü” bu topluma.
Soruşturmanın ilk gününden bu yana; hayatımız boyunca hep “ayrı mahallelerde” oturduğumuz insanların muhatap olduğu “haksızlığa” her dikkat çekişimizde, kimseye “kefil” olmadığımız ve “adil soruşturma, adil kovuşturma, adil yargılama”nın gereğine işaret ettiğimiz halde bizi “Ergenekoncu”, “bilmem kimin avukatı” olarak yaftalayıp “taraf”laştırmaya kalkışanların kafasının bir türlü almadığı sadece basit, temel bir ahlaki ölçü aslında. -Ki onların çoğu şimdi kendi Ergenekoncularının kapısında nöbet tutmakta!-
( Yeri gelmişken, hep “ayrı mahallelerde” oturduğu insanların haklarını “hukuk” adına cesaretle savunan Cüneyt Ülsever’in bu dava sırasında verdiği “aydın”lık sınavı, şahsi husumeti bulunan onca insanın hakkını savunmak adına giriştiği mücadele de tarihe not düşülmeli bence...)
Hayat standartlarını, kariyerlerini, sahip oldukları imkanları, sosyal sınıflarını hep o çifte standarda borçlu olanlar, o çifte standartın başkaları için “balyoz”a dönüştüğünü görmezden gelip kaymağını yemeyi tercih edenlerin;
Öldürmeyi Yılmaz Güney’e “hak”
sayması...
İftirayı Orhan Pamuk’a, provokasyonu Hasan Cemal’e, cinayet delillerini karartmayı Cengiz Çandar’a, darbe şakşakçılığı Çetin Altan’a, ırkçılığı Perihan Mağden’e, Murat Belge’ye hak sayması değil mi aslında Türkiye’yi sürükleyen bu karanlık günlere...
27 Mayıs’tan sonra şerefe kalkan kadehler, 12 Mart öncesi sokağa itilen üniversiteliler, Yumurtalık Hakimi katilinin “kral” ilan edilmesi, Mustafa Kuseyri cinayeti... Deniz Gezmiş’lerin idamını sermaye edenler ve Mustafa Pehlivanoğlu’nun idam edildiğini söylemeye dili varmayanlar... Abdi İpekçi’yle birlikte İlhan Darendelioğlu’nun adını anamayanlar... Gün Sazak unutulsun diye hafıza darbesi yapanlar değil mi Türkiye’yi “kukla” eden şimdi bir tiranın elinde.
Bunca senede, hükümlerin suçlara değil zanlıların isimlerine göre verildiği bir ülkeye dönüştürüldüğü için burası böyle kolaylaşmadı mı harcamak insan hayatlarını.
Zihin iğfalinin böyle acısız gelmesinin sebebi “benim katilim”, “benim teröristim”, “benim hırsızım”, “benim hainim”in egemeni yapılması değil mi kanaat dünyasına...
Köprüyü geçene kadar “dokunulmaz” olanlar; şimdi dertlerine yansınlar!
Hiç suçu, günahı olmayan diğerleri mi?
Onlar zaten bu topraklarda ezelden beri kurunun yanında yanmaya mahkum edilen yaşlar!
+++
“Hakaret addederim”
Avni Özgürel, “ben milliyetçi biriyim” diyerek “MHP’nin başarısızlığına” nasıl kahrolduğunu anlatmış iktidarın yayın organlarından Yenişafak’a!
“Terör”ü güvenlik değil “demokratikleşme” sorunu olarak gören, “kültürel ve siyasal haklardan başlayarak, Anayasa da dahil Türkiye’nin hukuk metinlerinde Kürtleri rahatsız eden bütün başlıkların yeniden yazılmasını” savunan, Amerikan mandasını önerenleri “Amerikalılar kendilerine hiçbir menfaat temin etmeyen böyle bir mandayı niçin kabul etsinler? Amerikalılar bizim kara gözlerimize mi âşık olacaklar? Bu ne hayal ve gaflettir?” diye bir güzel paylamışlığı olan Atatürk’ü “Amerika’ya yaranmaya çalışan ilk Türk siyasetçisi” olarak tanıtan Avni Özgürel mi milliyetçi? Nasıl diyordu sizin Başbakan?
“Hakaret addederim!..”
+++
“Kadın” mı dediniz?..
Bir “itiraf”, “Tiraj ve başarma hırsı bazen mantığın üstüne çıkıyor, insanı körleştiriyor, kırıp döküyor. İçime oturan tek bir hatam var: Leyla Zana’ya yapılanlara, Meclis kürsüsünden indirilmesine, apar topar bir arabaya tıkılmasına ses çıkarmadık o dönem” cümleleriyle başlıyorsa doğal olarak “bağlanacağı” yerin “onların diliyle Kürt sorunu” olduğunu düşünürsünüz değil mi!.. Ben öyle düşündüm; Fatih Çekirge’nin Radikal’e verdiği röportajda bu cümleleri “kadın sorunu”na bağladığını, “Zana’yı sırf bir kadına yapılan muameleden ötürü savunmalıydım, içimde bir acı hissetmeliydim. Bu bende bir yaradır” dediğini görünce de şaşırdım haliyle.
Beynim Leyla Zana adı ile “kadın” olgusunu örtüştüremedi bir türlü.
Beceriksizliğimin şifrelerini çözmek için Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne müracaat etiim. “Leyla Zana”yı mı, yoksa “kadın”ı mı algılamam sorunlu anlamak istedim. Leyla Zana malum; PKK kamplarındaki -nice kadının/annenin kucağını boş bırakmış- can almış, kan dökmüş teröristleri şefkatle(!) kucaklamış bir figür.
“Kadın”a karşılık gelen birincil ifade ise “analık erdemleri olan” sözlükte. “Analık erdemine sahip” biri binlerce annenin ağıtlarının sebebi olabilir mi? Dahası; “dişi insan, hatun kişi, güzel, şık, hoş, haseki sultan...” Benim aklım ermedi, siz söyleyin Zana bunlardan hangisi?
+++
Biri bu savcılara hukuk dersi vermeli
Yasa ve yönetmelik çok açık:
1. Telefon dinleme kararları üç ay için alınabiliyor.
2. En fazla bir üç ay için daha uzatılabiliyor.
3. Bu süre içinde telefon dinlemeye neden olan suç iddiasıyla ilgili bir dava açılmadıysa, ilgili kişiye telefonlarının dinlendiğinin bildirilerek, dinleme kayıtlarının imha edilmesi gerekiyor.
Ortaya çıkıyor ki yasanın ve yönetmeliklerin emrettiği hiçbir kurala uyulmamış.
Savcıların Türk Ceza Kanunu’nun 132. maddesini açıp bir kez daha okumaları yararlı olur. O madde, iletişim özgürlüğünün yasalara aykırı olarak ihlal edilmesinin sorumlularına ne cezalar verileceğini yazıyor. Bu davanın en büyük sorununun iddiaların önemli bölümünün telefon dinleme kayıtlarına dayandığını çok yazdım. Yargıtay Genel Kurulu’nun ve ağır ceza mahkemelerinin içtihatları telefon dinleme kayıtlarının mahkûmiyet için tek başına yeterli olmadığını gösteriyor. Bu kayıtlar, tek başına delil olamayacağı gibi bu yönteme ilk adım olarak başvurulması da hukuka aykırılık teşkil ediyor.
Adalet Bakanı doğru söylemiyor
Yargıtay’ın içtihatlarında “usulsüz dinleme talep eden, bu talebe katılarak dinleme kararı veren kolluk görevlileri, cumhuriyet savcıları ve yargıçlar hakkında yasal işlem yapılması için suç duyurusunda bulunulması gerektiği” de var!
Öyle görünüyor ki hukuk fakültelerinden birinin başta HSYK üyeleri olmak üzere bazı savcı ve yargıçlara bu konuda yeniden eğitim vermesi gerekiyor.
Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay, “Ankara’dan geldiği söylenen bir emir ile” tecrit hücresine konuldular.
Konuyla ilgili olarak konuşan Adalet Bakanı Sadullah Ergin, bunun yasal bir gereklilik olduğunu, fiziki koşullar elverdiği zaman bu tür tutukluların (ne tür?) ayrı ayrı barındırılmalarının yasa tarafından emredildiğini söylüyor. Bakan ne yazık ki doğruyu söylemiyor.
Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay hakkında yapılan bu işlemin bir tek amacı var: Cezalandırılmaya dönüştürülmüş bulunan tutukluluk halini daha da ağırlaştırmak! Hukuku zorlayarak, henüz hakkında kesinleşmiş bir hüküm bulunmayan insanlara eziyet etmek, kötü muamelede bulunmak!
Hazırda bir Silivri çantanız olsun
Savcılık Nedim Şener’in telefonlarını iki yıl süreyle dinlemiş ve bu dinlemeden bakın nasıl “kuvvetli kuşkuya” ulaşmış!
Daha önce şu ya da bu nedenle Ergenekon Davası’ndan tutuklananları tanıyor olmak bir kuşku nedeni.
Gazeteci olarak bugün “makbul sayılmayan” polis şefleri ile konuşmak bir kuşku nedeni. Bugün makbul sayılmayan insanların anılarını yazmalarına yardım ettiğin kuşkusu kuşku nedeni! (Tuhaf değil mi, kuşku kuşkuyu doğuruyor!)
... Cep telefonu dururken sabit telefonlar ile konuşmanız bir kuşku nedeni. (Cem Yılmaz da hapı yuttu galiba!)
... Görüşmelerinizde gizliliğe önem vermeniz bir kuşku nedeni.
... Deprem konusu gündemdeyken birçok kişi evinde bir “deprem çantası” hazır tutuyordu. Bir insanın terör örgütü üyeliğinden bu kadar kolay ve delilsiz yere suçlanabildiğine bakınca herkese bir “Silivri çantası” hazır tutmasını öneriyorum. Bu sabaha karşı kimin kapısının çalınacağı belli olmaz çünkü!
Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet
+++
Akşam yazarı Nihat Sırdar ile birlikte Cumhuriyet’ten Mustafa Sönmez de “protesto nedeniyle” köşesini kapatan yazarlara katıldı. Sönmez’in dünkü köşesinde “Basın ve her tür ifade özgürlüğüne hayâsızca saldırıları,
saldırılara karşı “Üç Maymun”u oynayanları, medyadaki aymazlığı, ikiyüzlülüğü protesto için bugün yazmıyorum...” notu vardı.
+++
Medya yerse helal olsun
Gazetecilere uygulanan son baskı operasyonundan sonra yaşadığımız en komik girişim ise kendilerine “aydın” diyenlerin bir araya gelerek güya bir protesto bildirisi yazmaları oldu. Yarıdan fazlası bugüne kadar yapılan hukuksuzlukları, baskı ve yıldırmaları avuçları patlayana kadar destekleyen bu güya aydınlar son durumu protesto ediyorlarmış.
Belli ki işlerin kötüye gittiğini gördüler, çark etmenin yolunu arıyorlar. Eğer medya ve kamuoyu bunu da yerse helal olsun.
Bu sözde aydınların arasında iki de “taze” CHP’li var. Bu bildiriyle onların da niteliklerinin ortaya çıktığını fark etmemek mümkün değil. Bugüne kadar Türkiye’ye fenalık edenlere payandalık yaparak CHP içinde gerçek bulunma nedenlerini de ortaya çıkardılar bana göre. Türkiye’yi gerçekten seven, gerçek vatansever, gerçekten demokrasi ve hukuka saygılı olanların bu çirkinliği göreceklerini tahmin ediyorum.
Can Ataklı / Vatan
+++
Cumhurbaşkanı kaygılıyım diyorsa başka söze gerek var mı? Alt kademelerin, bizlerin, sizlerin korkması hafif kalır artık.. Zangır zangır titreme dönemidir.. Çünkü, herkesin bir sabah ’terör örgütü üyesi’ olarak uyanacağı dönemin kapısı açılmıştır.. Piyango gibi ama epey farklı.. Çıkarsa, yanarsın!..
Mehmet Tezkan / Milliyet
+++
Günah çıkarsaydı ‘şamar oğlanı’na benzetmezlerdi
Mirgün Cabas’ın adı neden Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düşmesi soruşturmasına dahil oldu biliyor musunuz?
Çünkü birileri onu çözdü. Ne kadar döverlerse dövsünler, ne kadar kafasına vururlarsa vursunlar ondan zarar gelmeyeceğini anladılar. Şamar oğlanına çevirmekten çekinmiyorlar. Delinin biri kuyuya taş attı, onun telefonla helikopter düşürdüğünü iddia etti. O zaman bile kendini doğru düzgün savunamadı bile bu deli saçmasına karşı. Eminim o gece kendisi bile ’Acaba ben düşürmüş olabilir miyim’ diye düşünmüştür.
Bu helikopter haberini yapana ödül verdiler, kalkıp ona da bir çift laf edemedi. Zamanında o çocuğu büyük gazeteci olarak ekranda ağırlayan, ona hayran hayran bakan kendisiydi. Günah bile çıkaramadı.
(...) Bunu yapma işte Mirgün... Olmayacak insanları adam yerine koyarsan, döner gelir seni vururlar. Neyse ki bu ülkede Mirgün’e rağmen Mirgün’ü savunacak, bu kirli zihniyetle ona rağmen savaşacak yürekli gazeteciler var.
Oray Eğin / Akşam