O artık bir nefret objesi...
Her zaman ayrı iki dünyanın insanlarıydık. İki ayrı iklimin insanlarıydık. Bizim burnumuza buram buram vatan toprağı kokardı, uğruna canımızı, kanımızı, gençliğimizi, sevdâlarımızı, hürriyetimizi fedâ edebileceğimiz vatan toprağı. Bizim ayaklarımız evvelâ sıkı sıkıya merbut bulunduğumuz vatan dediğimiz toprağa basardı, kendimizi ait ve güvende hissettiğimiz, vatan toprağına.
O ve onun gibilerin vatan telâkkîsi, bizim vatan telâkkîmizle hiçbir zaman aynı vatanda buluşmadı. Onların vatanları hiçbir zaman Âkif’in “şühedâ çıkacak toprağı sıksan şühedâ” diyerek kutsadığı vatan olmadı. “Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi” dediği için ‘Çanakkale Şehitleri’ne, yıllarca tenkit oklarıyla okladılar Âkif’i. Ne ayakları bastı bizim vatan dediğimiz topraklara, ne de zihinleri bizim topraklarımızda idi.
Bizim millet dediğimiz, Fâtih’in, “Mümkün olsaydı milletim için küre-i arzı sırtımda taşırım” dediği ‘Türk’ milletiydi. Bizim millet dediğimiz, ismini anmamak için ‘bu millet’ sıfatıyla adından bahsedilmesinden rahatsızlık duyulan millet değildi, bizim “milletimiz” dediğimiz ‘Türk’ milletiydi.
O ve onun gibilerin millet dediği ise ‘Türk’ten gayrı her milletti. Ümmet adı altında ismini anmadıkları tek milletin adıydı ‘bu millet’ zarfının içine sıkıştırdıkları ‘Türk milleti’.
Bizim tarih dediğimiz Orta Asya’dan başlayan ve Viyana önlerine kadar fevc fevc akın eden, kendilerine vatan kıldıkları her yeri mâmur eden, Balkanlar’dan Afrika’ya, Kafkasya’dan Arap Yarımadası’na, Orta Doğu’dan Adalar Denizi’ne kadar her coğrafyada adâlet dağıtan, Hıristiyanlara “Bizans serpuşunu görmektense Türk sarığını görmeyi tercih ederim” dedirtecek kadar her dine saygı duyan, devletin her kademesini her dine, her ırka, her kültüre mensup insanlara hep açık tutan, insanları ırklarıyla değil, liyâkatleriyle ‘Türk’, Kürt, Ermeni, Musevî, Hıristiyan, Arap, Boşnak, Sırp, Bulgar, Rum demeden devletin her kademesinde tavazzuf eden bir muhteşem ‘Türk’ tarihi’dir.
O ve onun gibilerin tarih dediği ise ne Orta Asya’dan başlar gururla, ne de Balkan faciasında gözyaşıyla biter. O ve onun gibilerin tarih dediğinin içinde asla ve asla ‘Türk’e yer yoktur.
Bizim ideal dediğimiz, mücadele dediğimiz kendini milletine ve milletinin istikbâline adamaktır, bizim dâvâ adamlığı dediğimiz bir adanmışlıktır. O ve onun gibilerin ideal dediği, mücâdele dediği ise risk almayan bir pragmatizmdir, fırsatçılıktır, inkârcılıktır, oportünizmdir, gömlek değişimidir, her renge bürünebilme kâbiliyetidir.
Bizim mülk dediğimiz uğruna büyük bedeller ödeyerek tutunduğumuz vatan toprağıdır.
O ve onun gibilerin mülk dediği ise her türlü pazarlık masasında pey olarak ortaya sürebilecekleri, oyunun herhangi bir ânında “rest” diyerek kaybedebilecekleri, eşkıyâyla bile hükümranlık haklarını paylaşabilecekleri bir arâzi parçasından ibârettir.
Bizim terör dediğimiz, tırnağımızın içinde girmiş ve bir cımbızla çıkarabileceğimiz bir kıymık parçasıdır.
O ve onun gibilerin terör dediği ise, içinden bir etnik fitne, bir etnik ihânet, bir etnik ayrışma çıkarabilecekleri karanlık odalarda kurulmuş pazarlık masaları demektir, tırnağımızın içine batmış bir kıymık için ellerimizi, kollarımızı kesmektir.
Bizim barış dediğimiz, aralarında imza, kayıt, anlaşma, müzâkere kabul etmeyen bir
‘kardeşlik’tir.
O ve onun gibilerin barış dediği ise, yapılmamış bir savaşın gayrıahlâkî müzâkereleridir, yapılmamış bir savaşın teslimiyet fermânıdır, kılıcı kınından çıkarıp onursuzca düşmana teslim etmek, düşmana teslim olmaktır.
O, önümüzdeki yılların bir ‘nefret objesi’ olarak geçecektir tarihe.
O, önümüzdeki yılların bir ‘gaflet objesi’ olarak geçecektir tarihe.
O, önümüzdeki yılların bir ‘ihânet objesi’ olarak geçecektir tarihe.
Ve O, yaptığı duble yollarla değil, ‘İmralı işbirlikçiliği’ ile anılacaktır.