Nicelikle nitelik savaşıyor
Dün yine infialle örülü bir sabaha uyandık. Feci yanı şu ki; vaka-i adiyeden oldu artık; “Şu kadar kişinin evine operasyon yapıldı, aramalar bilmem kaç saattir sürüyor, şu kadar kişi hakkında gözaltı kararı çıkarıldı...” anonsları...
“Yeni bir gözaltı dalgası...” sadece artık izlediğimiz.
Diğerleri gibi; bir tane daha işte...
Daha en başından biliyoruz sonraki saatlerde duyacağımız “son dakika” haberlerini dahi:
“Gözaltına alınanlar susma hakkını kullanıyor...” “Savcılığa çıkarılan şu, şu, şu kişiler tutuklandı...” “Avukatları gazetecilerin tutuklanmalarına itiraz etti...” “Ve şimdi onlar da Silivri’de!”
***
Sabah, operasyonun ilk saatlerinde Ruşen Çakır’ı dinliyorum NTV’de. “Nedim Şener ve Ahmet Şık’ı yakından tanıyan biri olarak onların böyle bir şey yapmadıklarını, böyle bir şeyin içinde olmadıklarını, onları gözaltına alanların da bunu bildiğini biliyorum” diyor...
Yapılanın “basını susturmaya dönük baskı” nın tezahürü olduğunu söyleyip öfkesini paylaşıyor izleyicisiyle...
Sadece birkaç dakika sonra, aynı kanalda Ahmet Şık’ın evinin önünden yapılan canlı bağlantıda Ertuğrul Mavioğlu savunuyor arkadaşını: “Ergenekon zihniyetiyle mücadele eden Ahmet Şık’ın bu operasyona dahil edilmesi tam bir absürdlük...”
Ömrünü terörle mücadeleye adayan onca askerin “terörist” yaftasıyla zindana tıkılmasında hiçbir absürdlük yokmuş gibi...
Hukuk adamlarının hukuk katliamının kurbanı yapılmasında...
“Öteki” gazetecilerin haber notlarının darbe günlüğü sayılmasında yokmuş gibi absürdlük!
Hala akıllanmamışlar belli. Hala “bizden olana dokunmayın da gerisi yansın yıkılsın” mesajı var konuşmalarının alt metninde... Hala cadı avına karşı “Ben komünist değilim, beni ilgilendirmez” diyen Alman Rahip kadar öngörüsüzler...
Hala anlamadılar:
“Bu haksızlığa karşı çıkacak kimse yok mu?” diye sorduğumuz bugün;
“Ben varım” diyen kimse kalmadı etrafta.
Baskınlar, aramalar, gözaltılar, tutuklamalar, davalar, tehditler, kasetler, kayıtlar ve daha fazlasıyla sindirilenlere, susturulanlara değil lafım. “Etraf” dediğim onlar da değil aslında...
Aynı geminin yolcularının kendi ayaklarına basıldığında çıkardı “ahhh” karşılamıyor kafamdaki “ben varım” direnişini...
“Sokaktaki vatandaş”; hani şu KKTC’nin Sicilya’da olduğunu, 10 Kasım’ın bayram olduğunu, Obama’nın Fenerbahçe’nin yeni transferi olduğunu sanan “vatandaş” var ya; o başıyla, boş bakışıyla, sandıktaki tutumuyla onay verdiği, “reva” saydığı müddetçe bütün bu olup biteni; durmayacaklar! Henüz çok az insan bunun farkında...
Hala zannediyorlar ki “on kişi toplanırsak Silivri’nin kapısı”na... Taksim’e çıkarsak... Anıttepe’ye... “Gösteririz gücümüzü iktidardakilere!”
“Güç” dediğiniz ne Allah aşkına?
Diploma mı?
Servet mi?
Sosyal statü mü?
Üniforma mı?
Güç dediğiniz ne, hangisi kaçınızı korudu şu istibdat günlerinde!
Bir manken kız çıkıp “Benim oyumla dağdaki çobanın oyu neden aynı” dediğinde; tefe koyduk onu hep birlikte ama...
Bugün nitelikli azınlık, niteliksiz çoğunluğun kurbanı aslında!
Yüzlerce insanın üç yıla yakın zamandır bütün temel hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılmış olmasını sindirebilmiş olan o çoğunluk ses çıkarmadığı müddetçe, hiçbir caydırıcı etkisi yok en büyük yazarların hemen her gün dillendirdiği isyanın... O çoğunluk karşı durmadığı müddetçe bu zülme, o en büyük yazarların da diğer en büyük gazeteciler gibi yok hiçbir güvencesi!
Çünkü hukuk bitti!
Kim yapar, nasıl olur, ne kadar sürer bilmem ama;
“Hukuk devleti” isteyen nitelikli azınlıkla, zalimi iktidara götüren niteliksiz çoğunluk arasında, sevinçte ve tasada birlik sağlanmalı en kısa zamanda.
Günün büyük bölümünü evlilik programlarının karşısında geçiren, en önemli hedefi ilk sosyal yardımdan payına düşeni alıp günü kurtarmak olan insanlarla, bütün mücadelesinin o insanları hakikaten “insan gibi” yaşatmak olduğunu söyleyenler dert ortağı olmalılar; olabilmeliler bu tehdit karşısında.
Akşam televizyonun karşısında çekirdek çıtlayan adam, otuz yıl önce elinde viski kadehi, evinin balkonundan kendisine tepeden bakan “aydın” kadar “gaddar” olmamalı toprağına.
İşte o “bidon kafalı” var ya; o “oh olsun” dediği müddetçe dilimize, kalemimize vurulan prangalara; kolundan tuttuklarını atmaya devam edecekler bu cadı kazanına...
“Düşünen adam”lar, “öğreten adam”lar, “ahkam kesen adam”lar bu ülke için iyi bir şey yapmak istiyorlarsa; nitelikle niceliğin savaşını durdurmalılar en kısa zamanda...
Bu bitmez gözüken davanın ilk infazı bir tek bu yolla önlenebilir kanımca; “kamplaşma”nın bertarafıyla... Geçmişin mutlu azınlığıyla, bugünün “mutlu azınlığın bertarafından mutlu” çoğunluğu arasındaki “derin” uçurumlara köprüler kurulmasıyla...
+++
‘Tecrit’ deniliyor kıllar kıpırdamıyor
Hey! Sizler... 12 Eylül döneminde hapishanelerdeki mahkûmların tek kişilik hücrelere tıkılıp insandan soyutlanmalarına “en büyük zulüm” diyenler!
Hey! Sizler...
“F tipi” hapishanelere “Tecridi getiriyor!” diyerek itiraz edenler! Ve sırf bu nedenle “F tipi” ne karşı ölümüne mücadele verenler!
Hey! Sizler...
Avrupalı ağabeylerinizden Abdullah Öcalan’ın bile tecrit edilmemesi gerektiğini öğrenerek İmralı’ya Öcalan’ın kafa dengi birkaç mahkûm gönderenler!
İşitiyor musunuz?
Silivri Hapishanesi’nden “Tecrit... Tecrit... Tecrit...” sesleri yükseliyor.
***
İşte bakın: Bir akşam vakti Silivri Cezaevi tutuklularından Mustafa Balbay ile Tuncay Özkan’ı ayırmışlar.
Balbay’ı ayrı, Özkan’ı ayrı hücreye koymuşlar.
Her ikisini de kelamsız, insansız, konuşmasız, yani sessiz bir sürece mahkûm etmişler.
Ve böylece ortaya “tartışmasız” bir tecrit uygulaması çıkmış.
Madem “tecrit”, bir insanlık suçudur. Madem “tecrit”, hapse koyularak cezalandırılan birinin ikinci bir cezaya tabi tutulması anlamına gelir.
Madem “tecrit”, ölümüne mücadele edilmesi gereken esaslı bir insan hakkı ihlalidir.
Madem “tecrit”, düşmanın bile başına gelmemesi gereken bir zulümdür. Madem “tecrit”, Abdullah Öcalan’a bile reva görülmemesi gereken bir işkencedir.
O halde...
“Ama bana Ergenekoncu derler” falan diye ürküp sessizce geçiştirmek yerine...
Kalkıp bir ses verin.
Neydi bizim ahlak ilkemiz?
Mazluma kimlik sorulmaz.
O zaman söyleyin bakalım:
Mazluma kimlik sorulmayacağına göre tecride uğrayana kimlik sorulur mu?
Ahmet Hakan / Hürriyet
+++
Toplumu uyandırma vaktidir. Bir kişiyi uyandırmak için 500 metreden bağırır mısınız, yanına gidip gerekeni yapar mısınız?
Yanıt ikinci şıksa... Herkese düşen görev var. Hiçbir şey yapamıyorsan, Rıfat Ilgaz’ın dediği gibi... Mustafa Balbay / Cumhuriyet
+++
Adalet Bakanı suçunu itiraf etti
Diyelim ki Bakan Bey haklı...
Ve diyelim ki “davanın selameti” açısından, aynı davada yargılanan, “örgüt üyesi olmakla suçlanan” sanıkların ayrı hücrelerde tutulmasında yarar var...
Çünkü aynı hücrede kalırlarsa, konuşup, ortak bir yol izlemeleri ve adaleti şaşırtmaları mümkün!
İyi de...
Tuncay Özkan tam 890 gündür içeride... Balbay’ın tutuklanmasının üzerinden ise 727 gün geçmiş...
Bu sürenin dörtte üçünden fazlasını, yani en az 500 günü ve geceyi aynı koğuşta geçirmişler...
Bun saatten sonra onları ayırmanın, kime ne yararı olabilir ki?
Daha önce “elverişli olmayan koşullar”, şimdi elverir hale geldi diye bugün gerçekleştirilen “ayrılık” en azından “mantığa aykırı” değil mi?
Eğer bu iki “azılı seri katil, gangster, gaspçı” nın bugüne kadar “ortak bir karar alma olasılıkları” varsa, 500’den fazla gün ve gece boyunca boş mu durdukları sanılıyor?
***
Sadullah Bey kusura bakmasın; dün dile getirdiği “mazeret”in içi boş...
Hatta daha ötesi; bu, açık bir itiraf:
“Yasalar ve yönetmelikler ayrı hücrelerde kalmalarını emrediyordu ama biz koşullar elvermediği için bu yasaları ve yönetmelikleri uygulamadık.”
***
Çok merak ediyorum; acaba yasalar ve yönetmelikler, bu itirafı da bir başka “suçun kanıtı” olarak görmez mi?
Mustafa Mutlu / Vatan
+++
Atatürk’e ambargo!
Ankara Çiftliği!
THY ’ye bağlı Anadolu Jet’in uçaklarında yolculara sunulan derginin şubat sayısında Ankara mutfağı üzerine bir yazı var. Yazıda yer yer “Ankara Orman Çiftliği” nden söz ediliyor. Bu hangi çiftlik diye merak ettik... Okuyunca anladık ki, bu çiftlik bildiğimiz Atatürk Orman Çiftliği ... Acaba arada adı değişti de biz mi duymadık? AOÇ’nin internet sayfasını açıyoruz... Adı aynı; Atatürk Orman Çiftliği... THY ve dergiyi yaptırdığı kuruluş acaba Atatürk adından neden rahatsız oluyor? Uçakların inip kalktığı Atatürk Havaalanı adı da rahatsızlık veriyor mu?
Melih Aşık / Milliyet
+++
Saltanatın kıymetini bilmeyen ülkeye sitem!
Büyük Britanya Birleşik Krallığı Ankara Büyükelçisi ekselans şövalye David Reddaway... Cenaze dolayısıyla yazamamıştım, bugüne kısmetmiş, dolandırmayayım lafı, kınıyorum sizi!
*
Bizler, padişahımız efendimizin dizisi nedeniyle ortalığı ayağa kaldırıyoruz... Sizin “kekeme kral” ı film yaptılar, üstüne Oscar verdiler, gıkınız çıkmıyor, armut gibi seyrediyorsunuz.
*
Kekeme kral olur mu kardeşim?
Hiç mi saygınız yok ecdadınıza?
Tarih diye teksas-tommiks mi okuyorsunuz... Siz ne kendini bilmez milletsiniz böyle?
*
Sakın ola, filmden haberim yoktu filan diye kıvırma... Nasıl haberin olmaz, ne biçim şövalyesin? Korkuluk diye mi diktiler seni oraya? Bak, bizim generallerin alayının içeri tıkıldığı gün, başkomutan cumhurbaşkanımız, işini gücünü bıraktı, först leydimizle birlikte, henüz vizyona bile girmemiş olan kekeme kral’ı divididen izledi, sonra da tivitır’dan anlattı... Biz mi takip edeceğiz sizin işlerinizi? Bulamadın mı korsan bi dividi?
*
Üstelik, sadece kral kekeme olsa gene bi derece... Kekeme kral’dan önce abisi kral oluyor ama, hem dul, hem evli, hem de Amerikalı bi kadını metres tutuyor, grekoromen yapıyor, yakışık almaz, dinimize aykırı felan denince, yemişim ulan kiliseyi diyor, Buckhingham Sarayı’nı Fuckhingham Sarayı’na çeviriyor. Hitler kapıya dayanmış, sizin kral barda sazda... Şırak, darbe yapıyorlar alenen, lay lay lom kral çekiliyor, kekeme ittire kaktıra kral oluyor.
*
Sanat mı şimdi bu yani? Tükürürüm ben böyle sanatın içine... Koskoca krallarınızı küçük düşürmek suretiyle ne amaçlıyorsunuz? Yoksa, demokrasinin faziletlerini anlatmak, darbeyi övmek gibi sinsi planınız mı var? Mis gibi monarşi varken, cibiliyetsizlik değil de nedir bu?
*
Daha önce de “deli” kralınız 3’üncü Corç’u film etmiştiniz cümle âleme... Vay efendim neymiş, kral contaları yakmış, kafayı yemiş ama, kukla gibi oturtmuşlar tahtında falan.
*
Bizim “Deli İbrahim” var...
Film ediyor muyuz?
*
Başbakanımız gibi çıkıp “Geçmişe hakarettir, genç kuşaklara olumsuz gösterme gayretidir” diyeceğinize... Arınçımız gibi çıkıp “Gereğini yapacağız” diyeceğinize, n’aaptınız? Deli kral’ı oynayan haddini bilmeze, utanmadan, İngiliz Film Sanatları Akademisi Ödülü verdiniz.
*
Bir değil, iki değil zaten bu duyarsızlığınız... Deli kral’ı rütük marifetiyle yasaklayacağınıza, kalkıp en prestijli ödülü verdiğiniz için, deli kral’ın eşini oynayan Helen Mirren, şımardı, bu sefer gitti, Kraliçe Elizabet’i oynadı... Çarls’ı boşayıp, Dodi’yle pijama partisi yaparken rahmetli olan Dayana’nın arkasından Toni Bileyır’la çevirdiği dolapları bir bir seyrettik.
*
Biz padişahımızın Hürrem’i bile öpmediğini öne sürerken, siz n’aaptınız? Oscar aldınız.
*
E matahmış gibi kraliçe’ye oscar alırsan, babasına haydi haydi alırsın tabii... Markiz’i dikizlemediklerine dua et.
*
Biz böyle onurumuzu kıran alengirli mevzu olduğunda, kafamıza çuval falan taktıklarında, gönderiyoruz Polat’la Memati’yi hallediyor... Sizin solda sıfırlı Bond denilen dangalak ne güne duruyor?
*
Gerçi, sizin kraliçe’ye de müstahak yani... Metazori kral olan babasını dividi yapıp göndermişler saraya, bunlara pranga takıp hapse atın diyeceğine, pek beğendim demiş... Ahali desen, gişelerde kuyrukta, şu ana kadar 100 milyon sterlin ödemişler, hâlâ birbirlerini eziyorlar önce sen giricen, önce ben giricem diye.
*
Uzatmayayım Davidçiğim...
Başta sen, caanım saltanatın kadrini kıymetini bilmeyen milletini kınıyorum, yengeye selamlar, majestelerini en güzel yerinden öpüyorum.
Sincerely Yılmaz
Yılmaz Özdil / Hürriyet
+++
Terörist muamelesi
Ahmet Hakan’ın, Ankara’da kaldığı otelde sabaha karşı gözaltına alınmasından sonra kendisini arayıp “Ancak teröristler bu tür bir muameleye tabi tutulur, polislerle ilgili inceleme başlatacağım, özür dilerim” diyen Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Nedim Şener ve bütün diğer gazetecilerden özür dilemediğine göre, “terörist” olduklarını yahut “terörist muamelesi” ni hak ettiklerini mi düşünüyor?