Nereye Ahmet?
“Aşiretlerin bulunduğu çöllerin içine henüz paradan büyük bir kudret girmemiştir. Para uğruna yapılan her şey, Allah uğruna yapılmış gibidir” diyordu Falih Rıfkı “Zeytindağı”nda;
“(...)Kervan kervan silahlarımızın ve altınlarımızın çölden getirdiği ses duadan ve mazeretten ibaretti. (...) Biz Emire top da yollamıştık. Kumandanı İkinci Mülazim Osman Bey’di. Aşiret, Medayin’e doğru yürüyüş gösterdiği zaman, bir vadide ateşe uğradı: Bizimkiler 1000, karşı taraf 30 kişi kadardı. Daha birkaç kişi yaralanınca, hepsi kaçmaya başladılar. Osman Bey’e de:
‘- Topunu bırak gel’ diyorlardı.
- O benim namusumdur, bırakamam. Ne diye kaçıyorsunuz?
Boş yere bağırdı çağırdı. Karşı taraf üstüne üşüşüp kurşun ve cenbiye ile Türk çocuğunu parçaladılar.
Silahlar, toplar, altınlar, develer ve erzak, hepsini, hepsini verdik. Ve bütün seferden bize yine ve yalnız bir Türk çocuğunun isimsiz, nişansız mezarından başka bir şey kalmadı...”
Bugün Suriye’de olan budur;
“Muhalif” diye ihya ettiğimiz terörden bize kalan budur. Reyhanlı’da yandık. Şanlıurfa, Gaziantep, Kahramanmaraş, Hatay, Adana, İstanbul; tek tek dağlandığı için sancısı hissedilmeyen binlerce çocuk.
Mısır’daki, Libya’daki “rolümüz”ün “uzak”tan duyulmayan karşılığı budur.
Kerkük’te olan budur; Musul’da, Erbil’de, Süleymaniye’de, Tuzhurmatu, Telafer’de olan budur.
Ve hatta Diyarbakır’da, Van’da, Bingöl’de olan bu...
Orta Doğu’ya bakınca çölde vaha gören “neon(!)” Osmanlı, “neon” İslam “velev ki Başbakan” ımızın bu azminden dönmeyeceğini ilan ettiği “selam” konuşmasını takiben, elimin onca sene sonra, onca kitap arasından Zeytindağı’na uzanması boşuna değilmiş; bir sebebi hikmeti varmış meğer.
Kudüs’ün düştüğü gün, Osmanlı İmparatorluğu’nun oralardaki varlığının “ücretsiz tarla ve sokak bekçiliği” nden ibaret olduğu ve “tebaa” nazarında “Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışan bir sağmal” olarak algılandığı gerçeğiyle yüzleşen Cemal Paşa’nın “öz ocağına” döndüğü günün hatırası; stratejik çukurdan çıkmak isteyene ibret vesikası:
“Karargahın içinde ” Kudüs düştü “ sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut’a, Şam’a, Haleb’e gözyaşlarımızı hazırlamak lazımdı.
Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyorduk. İmparatorluğa ve onun bütün rüyalarına ve hayallerine Allahaısmarladık!
Zeytindağı’nın çamları arasından, güneşi sönmeyecek, hiç akşam gölgesi görmeyecek gibi bakan Lût çukuru, şimdi bütün imparatorluğu, içine çeken bir mezar gibi, genişleyip derinleşiyor.
(...)
Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs’süz, Şam’sız, Beyrut’suz ve Haleb’siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.
Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:
- Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.
Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terk edilmiş vatan parçası üstünden geçseydi!
- Eğer kalırsam diyor; bütün emelim Anadolu’da çalışmaktır.
Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş, gelen geçene:
- Benim Ahmed’i gördünüz mü? Diyor.
Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini?
Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:
- Bu tarafa gitmişti diyor.
O tarafa? Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdat’a mı?”
Nereye Ahmet?
Bir gün Toroslar’ın kıvrım kıvrım yollarında aynı pişmanlığı yaşayacağını bile bile nereye?
Ölen gazetecilik
Gördüğünde bir süre donup kalıyor “insan” ; kanı çekiliyor, içi ürperiyor, buz kesiyor.
O gazete matbaaya ulaşana kadar -birinci sayfa olduğunu da düşününce- genel yayın yönetmeni dahil kaç kişinin elinden geçti; bir tanesi bile mi “insani” refleks geliştirmedi?
Nasıl yani?
Niye ki?
“İnsan” yanları tutmuyor mu; felçli mi?
***
Cinayete kurban gidenler “Ören Bayan”ın eski sahipleri ya; benzersiz bir yaratıcılığa, dahiyane bir illiyet bağı oluşturma eylemine imza atan (meslektaş mı diyeceğiz ya şimdi biz bu sıfat uyduramadığım türün mensuplarına) organizmaların başlığıyla tanışın:
- Ölen Bayan!
En temel basın meslek ilkelerinden biridir;
İnsani değerleri incitici yayın yapılamaz!
İncitmek ne, katletmişler bu örnekte. Silindir gibi ezip geçmişler üzerinden. Bak yere:
Ölen insan.
Ölen bunu kavrayamayan vicdan.
Ölen -hiç şüpheye yer vermeyecek şekilde- gazetecilik.