Nerede uğrunda savaştığımız Türk Milleti?
Aslında... “Her şeye” rağmen... 21 Eylül 2012 günü umutla başlamıştı. “Mübarek Cuma günü” nde Silivri’den “hayırlı” bir karar çıkabileceğine inananların sayısı hayli fazlaydı. “Alıp gideceğiz” diyordu herkes birbirine; “Babamı alıp gideceğiz”, “Eşimi alıp gideceğiz”, “Dedemi alıp gideceğiz”, “Milletvekilimizi alıp gideceğiz”....
Taş olsa dayanmaz...
-Başbakan’ın, NATO Uluslararası Askeri Karargah Lojistik ve Kaynaklar Başkan Yardımcısı iken Türkiye’ye gelip teslim olduğu için “örnek” gösterdiği Tuğgeneral Hakan Akkoç son bir değerlendirme isteyen gazetecilere “Çıkınca söylerim” diyordu gülümseyerek.
-Emekli Korgeneral, MHP İstanbul Milletvekili Engin Alan, Tekirdağ Milletvekili Bülent Belen’e takılıyordu:
- Köfteyi nerede ısmarlayacaksın?
Jandarma Binbaşı Abdurrahman Başbuğ, annesi, karısı ve ağabeylerinin bir otomobille beş kişi geldiklerini öğrenince, “Bak görüyor musun bana yer ayırmamışlar” diyordu gülerek. İzleyici sıralarının ilk basamağında oturan yaşlı annesini gösterdi. Yanına gittim. Oğlunun yanından geldiğimi görünce sımsıkı sarıldı boynuma:
- Kızıııım, kızım, bir bilsen ben onu nasıl büyüttüm. Ben onun saçının teline kurban olurum kızıııım.
Ağlamaklıydı. Toparlanmasına yardımcı olur ümidiyle, gülümseyerek fısıldadım kulağına:
“Otomobilde yer ayırmamışsınız oğlunuza; bakın ‘annem beni burada mı bırakacak’ diye sitem ediyor...”
“Olur mu kızııııım” dedi;
“O çıksın da ben yürüyerek de giderim Gülağaç’a...”
Çıkamadı. Annesini ikinci kere karardan sonra duruşma salonunun önünde gördüm. Şehit cenazelerinde ellerini dizlerine vura vura ağıt yakan anneler var ya; aynıydı
manzara:
“Benim oğlum kime ne yapmış kızııııım. Benim oğlum suçsuz kızıııııım. O öl de ölür bu bayrak uğruna kızııııım...”
Taş olsa dayanmaz; dayanamazdı feryadına!
28 Şubat sanığı ile “irticacı” yan yana
Başbuğ ailesinden özellikle bahsetmek istedim. Orta Anadolu kadınlarına has biçimde bağlanmış beyaz yazmalı, pazen etekli o anne, Silivri’nin maskotlarından biri haline gelen başörtülü yeğen, kavruk tenli, nasırlı elli kardeşler “madalyonun öbür yüzü”nün simgesi gibiydi. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni “balo salonlarından çıkmayan, maneviyatsız, dar, elitist çevre” imajına sıkıştırmaya çalışan psikolojik operasyonun gerçek dışılığının belgesiydi. Ve bu belge adeta örtbas edilmişti!
21 Eylül 2012 günü, “Bu millet bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni neden böyle sahipsiz bıraktı? Neden Cüppeli Ahmet Hoca’nın yargılandığı Çağlayan Adliyesi önünde binler toplandı da, vatan-millet uğruna yıllarca dağlarda çarpışmış, mağaralarda yatmış, bitlenmiş, tabiri caizse insan kılığından çıkmış, kurşun-roket yemiş bu “kahramanlar” ve aileleri burada bir başınaydı?” sorgulamasını yapan birçok asker ailesi hemfikirdi:
1- Profesyonel propaganda teknikleriyle Türk ordusu Türk Milletinin değerleriyle sorunlu, milletten kopuk, “halk düşmanı” bir kurummuş algısı yaratıldı. Geçmişte buna zemin hazırlayan davranışlarda bulunan birkaç isim öne çıkarılarak, toplumun büyük bölümü bu davada yargılanan 365 sanığın da “cami bombalayabilecek” tıynette olduğuna inandırıldı!
2- Başta 12 Eylül olmak üzere TSK eliyle yapılan darbelerin mağduru olmuş bir ülkede, boyunlarına “darbeci” yaftası asılan askerlere karşı zaten var olan önyargı medya ve siyaset eliyle daha da yıkılmaz bir hal aldı.
Böyle olunca da;
28 Şubat davası sanığı emekli Orgeneral Çetin Doğan ile 28 Şubat’ta “irticacı” diye fişlenen emekli Tuğgeneral Ali Aydın’ın aynı davanın sanığı oluşundaki ucube durum gözlerden kaçırıldı!
-Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un “Askerine ’Allah Allah’diye hücum ettiren bir ordu nasıl Allah’ın evi camiye bomba atmayı düşünür” biçimindeki çok yerinde sorusu toplumda karşılığını bulamadı.
12 Eylül’de işkence gören “darbe mağduru” subayların hangi akıl, izan, delil, vicdan ile “darbeci” ilan edilebildiğinin sorgulaması es geçildi.
-Sanıkların, avukatların ve ailelerin “Deliller 16 ay savunmadan saklandı! Davanın yegane delili olan dijital veriler 1500’ün üzerinde somut veri ile çürütüldü! Delillerin incelenmesi safhası geçiştirildi! Davanın temeli çöktü! İddia makamının suçu ispat etmesi gerekirken tutuklu haldeki sanıklar masumiyetlerini ispat zorunda bırakıldı! Yargılamanın ” savunma “ ayağı topal kaldı! Bir darbe davasında darbeyi önlediğini iddia eden komutanların tanık olarak dinlenmesi talebi reddedildi” isyanları o algı duvarına çarpıp geri döndü.
Nitekim... Kararın açıklanmasını takiben, Hasdal’a giden otobüsleri “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganlarıyla uğurlayan gruba ilk tepki de “Yetmedi mi” diye asker ailelerinden geldi. Türk Silahlı Kuvvetleri ve devletin diğer stratejik kurumlarındaki tasfiye bu ve benzeri sloganların toplumun büyük kesiminde oluşturduğu negatif duygular sayesinde maskelenebilmişti. Hedef “laiklik” kavramı değil “Türk Silahlı Kuvvetleri” ydi. Ne yani? NATO, ikinci büyük ordusunun “laik” kimliğinden mi rahatsızdı? Engin Alan’ın dediği gibi hedef “Türk Milliyetçiliği” yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesiydi. İçi boşaltılmış bir TSK’nın, “laiklik” dahil, Cumhuriyetin temellerinden hiçbirini koruyabilmesi mümkün değildi. Türk Ordusu ne tam olarak anlaşılabilmiş, ne de anlatılabilmiş “laiklik” kavramından değil; milletin içinden doğmuş, onun değerlerinde vücut bulmuştu. Camilerde okunan hutbelerle, cemevlerinde toplanan yardımlarla “Kurtuluş Savaşı” veren, “Peygamber Ocağı” diye anılan bir ordu, o beyaz yazmalı subay annesine dahi anlatamayacağınız, TSK’nın kendi bünyesinde de değil, dışarıda, ona destek olduğunu ifade eden çevrelerde oluşan garip bir “din kompleksi” yüzünden en büyük dayanağını yitirmişti!
Bütün bunlar, Cuma günü Silivri’de çok trajik bir tecrübeyle idrak edildi. Bu idrak, Yargıtay safhasında Türk Milleti ile Türk Ordusunun tarihine kahramanlıklarıyla geçen şeref, onur, cesaret madalyası rekortmeni askerlerin tek vücut olma şansını kaybetmediğinin işareti. Bu idrak “her şeyin bitmediğinin” en gerçekçi göstergesi.
Balyoz’da yargılanan asker çocuklarından bazılarının isimleri:
En çok Oğuzhan var; Kağan, Tolga, Aslıhan, Ecem, İstemihan, Aybike, Bengü, Begüm, Metehan,
Kürşat...
-Türk Milleti’nin adını, tarihini, kimliğini evladıyla bir sonraki nesle aktaran bir baba “millet düşmanı” olabilir mi!
Sevil Başbuğ’un gözyaşları...
Bir köşede öylece duruyordu. Saklanmış gibi değil de “göze batmamaya” çalışır gibiydi. Özellikle gazetecilerin gözüne. Dönem dönem linç edilmişti ve şimdi sağlığı yeni bir “hücum”u kaldıracak durumda değildi.
Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un eşi Sevil Başbuğ da o gün asker ailelerine destek için Silivri’deydi. Göstermemeye çalıştı ama gözündeki yaş hiç dinmedi. “Keşke daha önce gelseydim” dedi;
“Hepsini tanıyorum. Hepsi kahraman. Hepsi bu vatana hizmet etti. Bu subaylar bizim gözbebeğimizdi. Bir askerin nasıl güçlükle yetiştiğini, buradaki subaylarımızın donanımına eriştiğini biliyor musunuz?”
Sevil Hanım’ın yanına gelen her asker eşi aynı şeyi söyledi:
“Üzülmeyin, neden gelemediğinizi biliyoruz.”
“Neden” diye sordum asker eşlerine:
“İlker Paşa, Silivri ve Hasdal’da tutuklu bulunan askerlere açık destek vermemenin onların “suçlu” olduğu algısını yarattığını düşünüyordu. Sahip çıkılması için mücadele etti ama bireysel çabası yetmedi!”