Nene gerek medya patronu

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik “gerekmedikçe” gazete patronlarıyla görüşmediğini açıklayınca o yaramaz kurt düşüverdi içimize: Görüşmeyi gerektiren haller neler onu da söylesenize?
AKP’nin “medya işleri”ni yürüten Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Bekir Coşkun’un kovulmasıyla ilgili olarak partisinin ve kendisinin görüşlerini aktardı kamuoyuna:
“Şimdi Sayın Bekir Coşkun’un Habertürk gazetesindeki işine son verildi. Ben bunu gazetelerde gördükten sonra bunun böyle bir yoruma tabi tutulabileceğini tahmin ettim. Sayın Fatih Altaylı ve Turgay Ciner’i aradım. Neticede Sayın Altaylı gazetenin başındaki insan, patronundan aldığı emri yerine getirmek zorundadır. Sayın Ciner, açık yüreklilikle ifade etti: ’Üzerimizde Allah var. Hükümet ve AK Parti çevresinden hiçbir Allah’ın kulunun baskısı bir tarafa, telkini bile olmamıştır”
Çok düz-kontak bir yaklaşım belki ama bir yazar işini kaybettikten sonra ülkenin iktidar partisinin en yetkili birkaç isminden biri “Ucu bize de dokunacak” deyip alarm durumuna geçiyorsa, en basit illiyet bağı “Ateş olmayan yerden duman tütmez” olarak kurulmaz mı?

* * *

Çelik’in tereyağından kıl çeker gibi, AKP’yi “yazar kovduran iktidar” skandalından çektiği telefon görüşmesini hayal etsenize:
- Alo, Turgay Bey (yahut Fatih Bey) ben AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, biz size Bekir Coşkun’u atın dedik mi!
- Hiç der misiniz sayın Bakanım!
- Ha şöyle, bilelim de!!!
Hatırlarsınız benzer bir yöntemi kısa süre önce referandumda “Hayır” diyeceğini söyleyen sanatçılar üzerinde uygulamıştı Çelik.
- Alo, Sayın Sandal, “Hayır” demek istediğinizden emin misiniz!
Sonra “Sayın Sandal” gazetelere yeni bir açıklama yaparak “Hayır” vereceği iddialarını yalanlamıştı...
Tepkiler üzerine Sayın Çelik de, “Ben oyunun rengini değiştirmek için değil, basına yansıyanları teyid etmek için aradım” demişti...
Çelik’in Habertürk yöneticilerini aramasını da “teyid” niyetine saymalı demek ki...
Kendisi bu uçanı kaçanı denetimsiz bırakmama özelliğiyle Devlet Denetleme Kurulu’nun en güçlü adaylarından olabilir önümüzdeki dönemde...

* * *

Çelik’in iki arada bir derede kotardığımız kariyer planlamasından sonra, açıklamasına dönelim. Diyor ki;
“Ben medya ve tanıtımdan sorumlu bir insanım. Ben Turgay Ciner ile böyle bir konuyu görüştüğümü hatırlamıyorum, asla böyle bir şey de görüşmedim. Zaten çok gerekmedikçe de gazete patronlarıyla görüşmüyoruz...”
Hepimiz öyle değil miyiz Sayın Çelik?
Mesela ben de, Allah sizi inandırsın gerekmedikçe “sucu”yu bile aramıyorum, damacananın dibini göreceğim anca o zaman...
Gerekmedikçe fırına gitmiyorum mesela; bazen sıcak ekmek kokusu cezbedici de geliyor ama hakkımı “gerektiği”nde kullanmak üzere erteliyorum bu “alış-verişi”.
Yanlış örnek olacağım ama, gerekmedikçe doktora gitmiyorum; orama burama iğneler sokturmuyorum “sıhhat denetimi” için!
İnanır mısınız “gerekmedikçe” en yakın dostlarımla bile görüşmüyorum; ne zaman bir sevgi, şefkat, muhabbet ihtiyacı doğuyor o zaman sarılıyorum telefona...
Eeeee en iktisatçı bakışla; hayat da bir “ihtiyaçlar hiyerarşisi” tırmanışı (veya yuvarlanışı) değil mi zaten?
Elbette her davranışımız, her tavrımız bir “gereksim”i karşılamak üzere...
Mesela haber “gerek”se muhabiri var gazetenin... Düzeltme “gerek”se yazı işleri... Yorumda şakşak “gerek”se bu iş için özel istihdam edilmiş yazarı var... Manşetten bir poh poh “gerek”se Genel Yayın Yönetmeni... Reklam “gerek”se servisi var...
Çok merak ettim, iktidardaki partinin genel başkan yardımcısı olarak senin nene gerek medya patronu Sayın Çelik?
Nezaket ziyaretini filan anlarım da...
Yukarıda saydığım mercilerin hiçbiriyle çözemeyip de devreye “medya patronu”nu soktuğun “gereksinimini” de söylesene!

+++++

GÜNÜN TAVSİYESİ
Muhalif fikirleriyle insanları zehirleyen Bekir Coşkun’u sadece medyadan uzaklaştırmak yetmez!
Demokratikleşen(!) Türkiye’de halkı korumak için, maç seyretmesi, sanat galerilerine gitmesi ve parklarda gezmesi de engellenmelidir!
* Emre Kongar / Cumhuriyet

+++++

‘Anlayana sivrisinek saz’ yazısı
Gazeteci için...
Cezvedir aslında gazete.
Ateş vardır altında hep.
Suyu ısınır.
Patates mesela...
Koy cezveye.
Sıcağı görünce, gevşer.
Gelemez hiç zora.
Salar kendini.
O sert, dayanıklı zannettiğin karakter gider, ezilen büzülen, vıcık vıcık bi şey haline gelir. Üzülürsün girdiği kılığa.
Veya, yumurta.
Kaynat cezveyi...
Patatesin zıddına tepki verir.
Şartlara direnir.
Ancak, o narin yapısıyla koruduğu içindeki canı öldürür, yüreğini katılaştırır, çatlar çoğu zaman hatta, imha eder kendini; yarı yolda çıkarıp alsan bile, hayata döndüremezsin artık onu.
Ya, kahve?
Bambaşkadır.
Şartlar değiştiğinde, şartların dayatmasına uyacağına, şartları değiştirir.
Ortama lezzet katar.
Türk kahvesidir Bekir Coşkun.
Sabah güne başlarken, ya da, akşam günün yorgunluğunu atarken yudumlamanız ondan.
Hazmetmenizi sağlar memleketi.
Zihin açar.
Onsuz basın, püreleşmiş patatesler, kalbi taşlaşmış yumurtalar, telvesi donmuş boş fincanlardan ibarettir.
Ve, siz hâlâ diyorsunuz ki:
“Köşesini almışlar elinden...”
Yanılıyorsunuz.
Keyfinizi elinizden aldılar aslında.
Hedef, o değildir çünkü.
O, aynı o.
Hedef sizsiniz.
* Yılmaz Özdil / Hürriyet

+++++

Atatürk hepimizi uyarıyor...
“ Ey Türk genci! Birinci vazifen Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
... Muhtaç olduğun kuvvet, damarlarındaki asli kanda mevcuttur.”

* * *

Niye bütün bunları bir kez daha anımsattım? Böyle bir tehlike mi var? Yetmiş yıllık bir Cumhuriyet ilk günkü kadar sağlam ve inançlı değil mi? Bir çözülme mi var? Birtakım şaşkınların istediği, İkinci Bir Cumhuriyet’e doğru gitmek tehlikesi mi var?
Yeni bir anayasa değişikliği yaptık. Şimdi de Atatürk Cumhuriyetinin temel ilkelerine ters düşecek düzenlemelere mi kalkışacağız? Birtakım kendini bilmezler, birtakım halk düşmanları, birtakım dost görünen dış-iç düşmanların oyununa mı getirileceğiz?
Belli çıkarlar, niyetlerle Atatürk’ün bizlere verdiği unutulmaz uyarılar yok edilmek üzere mi?
Benim gibi, Atatürk Cumhuriyetini bütün yaşam boyu savunanlar, koruyanlar, bu yolda her şeyi göze alanlar birkaç şaşkın politikacının çıkarlarına yenik düşecek mi?
Bu satırları yazmayı, işbaşındakileri de, yarınlarda işbaşına gelecekleri de uyarmayı bir görev biliyorum.
* Oktay Akbal / Cumhuriyet

+++++

Savcılara ‘darbeci’ tepkisi
Anayasa değişiklikleri ile özgürlükleşen ülkemde Güneş yazarı Rıza Zelyut’un Bakırköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi’ndeki yargılanmasına önceki gün başlandı.
Davaya konu yazısında Erzurum özel yetkili savcıları Osman Şanal ile Taner Aksakal’ın, dönemin Erzincan 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk’i “Yaptığı yardımlar nedeniyle Alevi köyleri ve dedeler tarafından sevilmek”le suçlamasına! tepki gösteren Zelyut, Cemal Şener, Mustafa Dolu, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkan Yardımcısı Turgay Olcaytu’nun katıldığı duruşmada da tavrını sürdürdü.
“Yavuz Sultan Selim zamanından beri, Çorum-Maraş-Sivas olayları da dahil olmak üzere siyasete yön vermeye çalışan güçler; Alevileri katlettirerek yol almaya çabaladılar. Aleviler; cumhuriyete hep bağlı kaldılar, kimseye zarar vermediler ama darbelerin asıl mağduru da bu kitle oldu. Lakin, bu savcılar Alevileri darbecilerle ilişkilendirmeye çalıştılar. Mağdur ve mazlum bir topluluğun darbecilerle aynı kefeye konulmasına gönlüm razı olmadığı için bu yazıyı kaleme aldım.”

+++++

Bir gün aradan sonra ‘basına baskı’ dedi
Hürriyet’te Yılmaz Özdil gibi yazısı yayımlanmayan diğer bir yazar Mehmet Y. Yılmaz da dün “basına baskı”dan yakındı:
“Hükümetin basın özgürlüğünün serbestçe kullanımı konusunda çok da istekli olmadığını biliyoruz. Ama madem “tam demokrasi” diye yola çıktılar, bunu da sineye çekmek ve basın faaliyeti üzerindeki ceza tehdidini kaldırmak zorundadırlar. Bunun için referandumlara, Anayasa değişikliklerine de ihtiyaç yok. Başbakan’ın bir işaretiyle parmaklarını kaldırıp indirmeleri yeterli olacaktır!”

+++++

‘Kamunun bekçi köpeği’ne kulübe haritası
Prof. Eser Karakaş (eski dostum) Star’da “Gazetecilikte yazarlık meşruiyeti” diye sınır çizdi.
Tabii bizler üniversitede ders verirsek, üniversitede ders veren iktisatçı profesör de gazetecilik dersi verir!
Kısaca diyor ki...
“Bekir Coşkun’a insani olarak üzüldüm... Ama evrensel olarak tanımlanmış yazarlık meşruiyetini yitirmişti.” Çünkü, “27 Nisan muhtırasını savunmuş.”

* * *

İş “yazarlık meşruiyeti”ne gelince, şahsen kimleri anarsınız bilmem ama...
Medyada kıdemli yazar ve gazetecilerin yüzde 90’ı; büyük, eski gazetelerin (kimi istisnai durum hariç) nerdeyse tamamı “gayrimeşru” torbasına girer!

* * *

Meselenin özü, baskı altında yazıp yazmamak; vicdanın sesi dışında başkasının kâtibi olup olmamak; vicdanını ayrımsız, yalansız konuşturup konuşturmamak.
“Bağımsız kitle gazetesi” iddiası altında; iktidar, ordu, polis, istihbarat örgütü, cemaat, patron, iş dünyası, mafya, reklam, şöhret, eş dost, ahbap çavuş, milli veya yabancı devlet gölgesinde yazmamak.
Elbet, parti gazetesi olabilir; kimliğini ilan etmiş bağlılık olabilir; sübjektif ama dürüst davranmak.

* * *

Binlerce yıllık evrende, 2010’da “Tarihin sonu” çoktan gelmiş gibi...
Karakaş’ın dediği üzre, “Yazarın meşruiyet sınırı, evrensel olarak tanımlanmış demokrasi, laiklik ve hukuk devletidir” demek, tarihten çakmamak veya tam manasıyla çakmak olur!
Şu anda “Evrensel olarak tanımlanmış”ne varsa, tarihidir..
Ne başlangıçtır ne nihaidir.
“Uluslararası piyasa normları” istemiyor diye, biri mesela sosyalizmi savunsa, “Yazarlık meşruiyeti”ni yitirecek mi?
Belki yarın, demokrasi dahil, hepsi başka türlü tanımlanacak. Tarih ve insanlık dondu mu!

* * *

Gazetecilik; bin bir renkle geldiği gibi, ancak bin bir çiçekle harbiden var olur.
Ne barosu vardır, ne odası. Özgürce girildiği, özgürce yayın yapıldığı, özgürce terk edilebileceği varsayılır; fiilen özgürlük ve sorumluluğun, her tür hakkın canını çıkarsalar bile.
Üstelik bu, Hoca’nın adandığı “liberalizm”in kökten “Basın özgürlüğü” amentüsünün ta kendisi. “Fikirlerin serbest piyasası” diye kod adı bile vardır!
Esas işin başka iken, bir de yandan iyi kötü yazı yazıyorsun diye, gazeteciliğe köşenden köşeler çizmeye kalkışmak elbet mümkün ve serbesttir ama, azıcık ayıptır!

* * *

Bir ayıp da...
Her cephede de, kimi güçlüye ses çıkarmazken başkasını kolayca taşlayabilenlere..
En çok da...
Sendeleyene, düşene, düşürülene tam yerde iken de bir tekme çakanlara aittir.
* Umur Talu / Habertürk

+++++

MİNİ YORUM
Akıl başta değil AKP’de olunca...
Mümztaz’er Türköne dünkü köşesinde “Hangi aklı başında parti sandıktan oy alacak bir partiden ziyade bir ideolojik örgüt gibi davranır?” diye sormuş...
AKP lojmanlarında otururken bu idrakı güç bir sorun gibi gelebilir kişiye...
Oysa kafaya takmaya değmeyecek kadar basit, hatta sorunun içinde saklı bir cevabı var:
“Aklı başında” olan ve “ideolojisi” olan bir parti tabii ki... “Değer”lere sahip bir parti...

Yazarın Diğer Yazıları