Necdet Sevinç’in Antep’i yeniden savunması
1968-69 yılları, öğrenciyim Atatürk Üniversitesi’nde. Bizim Anadolu Gazetesi’ni görüyorum bir arkadaşımın elinde, “Bu ne yahu? Ne biçim gazete? Çamur gibi... Erzurum Aziziye Gazetesi’nin sayfa düzeni ve baskısı bile bundan daha özenli” diyorum. “O çamurun içinde Necdet Sevinç diye bir pırlanta var, üslubu İlhan Selçuk’a çok benziyor, onu okumak için alıyorum, oku sen de seversin” cevabını alıyorum. Okuyorum, hak veriyorum arkadaşıma, ben de bir Necdet Sevinç tiryakisi oluveriyorum.
Necdet Sevinç’le bir gün aynı gazetede yazmayı düşlerdim. Bu güzel düş, 1992 yılında Ortadoğu gazetesinde yazmaya başlayınca gerçekleşti. Sonra Büyük Kurultay, sonra Yeniçağ...
Mücadeleci-gazeteciliğin Türkiye’deki ilklerinden biridir Necdet Sevinç. Türk ve Türkiye düşmanlarına karşı, kalemini bir silah gibi kullanır, attığını vurur ve döne döne dövüşür.
Ne var ki, -çoğu kimsenin sandığı gibi- bunlardan ibaret değildir Necdet Sevinç. O aynı zamanda iyi bir öykücü, usta bir deneme yazarıdır. Benim gibi o da, romanı hiç denememişti (ben hâlâ denemedim), konu Antep Savunması olunca, denedi ve başardı.
“İstiklâlin Bedeli” adlı bu romanı duymuştum, fakat okumak bir türlü nasip olmamıştı. Geçenlerde Ankara’da gördüm ve aldım (Bilgeoğuz Yayınları). 568 sayfalık bu belgesel romanı, çölde yanmış birinin bizim Kop Dağı’ndaki soğuk pınardan kana kana su içmesi gibi, içtim, serinledim; suyu bulup hayratı yapana dualar ettim.
Peşin peşin şunu söyleyeyim. Dini bütün bir adamımdır ben, gelgelelim, ne keramet gördüm 60 yıllık hayatımda, ne de mucize. Ben mucizeleri hep Türk tarihinde aramışımdır, bulmuşumdur da. Kurtuluş Savaşımızda bunun sayısız örnekleri vardır. Bu örneklerin en önemlilerinden biri de ‘Gaziantep Savunması’dır.
Üstad Necdet Sevinç, romanını biraz da zorunlu olarak Kıraç Ata adlı simge bir kişi üzerine kurgulamış. Kıraç Ata’yı Dedem Korkut’ça betimlemekte, güzellemekte: “Doksan tuğlu otağları kurdurmaz, doksan yere ipek halı serdirmez, gökyüzüne ala sayvan gerdirmezdi ama doksan ocakta koç kazanı kaynatırdı Kıraç Ata! Toylarda, düğünlerde doksan davul dövdürürdü. Som gümüşten sinilerde yemek yedirir, som altın taslarda ayran, gök rengi çini sürahilerde şerbet içirirdi. Yazıda, yabanda günde üç kez sofra kurdurup kaldırırdı. Az konuğa az, çok konuğa çok davar kestirirdi. (...) Kim köyüne, konağına gelirse, aç komaz doyururdu. Açık komaz donatırdı.
Sanki nurdan yaratılmış gibi ak yüzlü, ak saçlı, ak sakallıydı. Sıradağlar gibi uzanan ak kaşlarının altında kara üzüm kurusu gibi kapkara gözleri. O kapkara gözler ki; kızınca makineli tüfek yuvasına benzerdi, gülünce gülşene... Ak bıyıklarını, hilâl gibi dudaklarının iki yanından çenesine doğru sarkıtırdı.”
Romanda, mücadelenin ağır ve yıkıcı koşulları, dikkatli bir gözlemle ama tekrara ve ayrıntıya boğmadan akıcı bir biçemle aktarılırken; kahramanların iç dünyaları, özlemleri, tutkuları ve bilinçaltları başarıyla yansıtılıyor. “Çöl Güzeli” olarak nitelendirdiği Antep’i, ellere vermemek için hangi kutlu, hangi çetin, hangi inanılmaz işlerin yapıldığını anlatmaya bu köşe yetmez. Ben, “Özakman’ın” Şu Çılgın Türkler “inin yanına en yakışacak eser bu kitaptır” diyeyim, siz anlarsınız ötesini.