“Ne yüzle geldiniz?”
Tutup da “Kurban olam yumruk atan eline” diyecek halimiz yok tabii ama, inanın bunu diyen insanlar da vardır şu an bir yerlerde;
Belki kapı komşumuz...
Belki karşı apartmandaki 7 numara...
Belki bakkalı mahallenin, kasabı, fırıncısı...
Belki sıra arkadaşımız okuldaki...
Belki kuaför salonunda karşılaştığımız “o kadın”, “o adam” ...
Ve hatta belki size rağmen “içinizdeki ses” ...
Emin olun “hayır dua” edenler dahi vardır şu an o yumruğu kaldırana!
Her şeyden önce “suç” , dolayısıyla hoş görülebilecek, övülecek bir tavır değil. Buna rağmen, “atana değil attırana bakıp” da sempati besleyenler olabilir Hüseyin Satı adlı o vatandaşa.
Çünkü -neredeyse- kuyruk acısı olmayan kimse/kesim kalmadı bu ülkenin vatandaşları arasında...
Çünkü burası, her Allah’ın günü o yumruğun asıl hedefi olan siyasi iktidar tarafından “dövülenler” ülkesi artık;
Plastik mermiyle, biber gazı fişeğiyle gözü çıkan gençlerin, “kim vurduya giden(!)” çocukların ülkesi...
TOMA’ların altında ezilenlerin ülkesi...
Evlerinin salonunda televizyon izlerken orantısız gazdan astım krizi geçirenlerin ülkesi...
Eskiden maganda kurşununa hedef olma riskiniz vardı; artık burası evinin balkonunda, sınırın öte tarafından gelen kurşunlarla can verenlerin ülkesi...
Sabaha karşı uykularında basılanların ülkesi...
Tedbir amaçlı “nezarethane”de tutulanların; iletişim, ulaşım özgürlükleri “zor” yoluyla engellenenlerin ülkesi...
Onaylamak mümkün değil ama, bizzat o yumruğun hedefindeki siyasi iktidar eliyle “patlamaya hazır balon” gibi gerilen bir toplumun mensuplarından, - bahse konu mekan Hacı Bektaş dahi olsa- “sevgi kelebeği” tavrı beklemek ne kadar gerçekçi?
***
Ne kafirliklerini bırakmışsın, ne sapıklıklarını/sapkınlıklarını, ne teröristliklerini... İnançlarını hedef almışsın, inandıkları gibi ibadet etmelerini “yasadışı” saymışsın; Allah ile aralarına “mezhepçi kafa”ndan oluşan barikatlar kurmaya kalkmışsın... Meydanlarda hedef göstermişsin... Nefret kusmuşsun... Katillerini koruyup kollamışsın, iade-i itibar sağlamışsın... Yaralarını kaşıyıp, kanatmışsın...
Bütün bunlar “ağır tahrik” kapsamına girmez mi?
Yumruklarıyla konuşanlardan olmayalım tamam;
Peki ya “Ne yüzle geldiniz” sorusu?
Hak verip vermemek ayrı mevzu ama en azından “anlaşılabilir” değil mi?
Evet ortada bir “provokasyon” olduğu muhakkak da;
Bir düşünün bakalım kim kimi “sistematik olarak” tahrik etti?
Bir de;
“Varlığını” şiddet kullanarak korumak, “haklılığını” şiddetle kabul ettirmeye kalkışmak konusunda kimi “örnek” almış olabilir o vatandaş acaba?
Ya “Ben, benden olmayana saldırmayı sizden öğrendim” derse mesela!?
Bir kazanın çağrıştırdığı “bağzı komplo teorileri”
Yeni siyasallaştırılmış hukuk anlayışı bir tek “üç çocuğun” doğal yollardan olmasını zorunlu kılıyor ya, haliyle ne vakit bir kaza-bela duysa işkilleniyor insan.
“Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Murat Kızılyar ölümden döndü” haberi mesela...
Kızılyar’ın kullandığı ve içinde ailesinin de bulunduğu aracın “henüz belirlenemeyen bir nedenle” kontrolden çıkarak takla attığını duyunca (aniden zuhur eden bir kamyon çarpmamış/aniden zuhur eden bir başka aracın sıkıştırmasıyla yoldan çıkmamış; şüphe uyandıran hiçbir dış faktör yok gibi görünüyor aslında kazada) nedense(!) direkt Askeri Casusluk Davası’nın Yargıtay aşamasında hazırladığı tebliğname geliyor akla.
Kızılyar tebliğnamesinde;
- Sırf dijital verilerde adları geçtiği için kişiler arasında örgüt bağı kurulamayacağını,
- Sanıkların bulundurmaya ve ulaşmaya yetkili olduğu verilerin “gizli belge” sayılamayacağını,
- “Kişilerin örgütle irtibatına veya hiyerarşik ilişkide olduklarına dair” delil sayılabilecek herhangi bilgi ve belge bulunmadığını,
- Örgüte üye olma veya bu örgüte yardım etme suçlarının oluşmadığını belirterek “Sanıkların ’siyasal ve askeri casusluk’suçunu işledikleri sabit değildir” demişti.
Kuvvetle muhtemel “kaza” ama kahrolsun şeytanın gör dediği “bağzı komplo teorileri” işte!
Uydurulmuş, üretilmiş, kurgulanmış bunca vak’anın ortasında haleti ruhiyemizi anlayın diye not düşeyim dedim.