Ne garip bir ittifak
Hürriyet yazarı Mehmet Yakup Yılmaz’ın yönettiği tempo24 sitesi ele geçirdi, Taraf kapak yaptı. Mustafa
Balbay’ın tutuklanma gerekçesi olduğu iddia edilen notlar, iki zıt kutbu hangi noktada buluşturmuş olabilir?
Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’ın tutuklanma gerekçesi olan ve bilgisayarından çıktığı iddia edilen notlar, Hürriyet Yazarı Mehmet Yakup Yılmaz’ın “CEO”su olduğu ‘Tempo24’ adlı internet sitesinde “Balbay’ın günlükleri” başlığıyla yayımlandı. Tempo24, Doğan Burda’nın bünyesinde yer alıyor. Site yönetimi, Balbay’a ait olduğu iddia edilen notları yayımlama gerekçesini şu cümlelerle özetledi:Gazetecilik faaliyetinin tutuklama gerekçesi sayılıp-sayılamayacağı tartışmasının sağlıklı zeminde yapılabilmesinin tek koşulu, Balbay’a atfedilerek el konulan günlük düzenindeki notların içeriğinin bilinmesiydi.
Gazeteci mi
yargıç mı?
Buna göre, yayımlanan içerikleri okuyup bilgi sahibi olduktan sonra herbirimiz Balbay’ı yargılama hakkına sahip olmuş olacağız. Hüküm verebileceğiz.:
- Evet tutuklama gerekçesidir...
- Hayır tutuklama gerekçesi olamaz...
İyi de bu ne zamandan beri gazetecinin görevi?.. Taraf’ın bu soruya cevabını biliyoruz. Bu nedenle daha yerinde olacak soru şudur: Mehmet Y. Yılmaz ne zamandan beri, gazetecilerin, ’gizlilik kararı bulunan bir soruşturmada delil sayılan belgeleri yayınlamasının ve onlar üzerinden hüküm vermesinin’ “sağlıklı” olduğuna inanıyor?..
Ümraniye soruşturmasının ilk gününden beri, “özel hayatın gizliliği” , “bilgi-belge sızdıranların tespiti ve cezalandırılması”, “mahkeme kararlarının çiğnenmesi” gibi başlıklar altında, medyanın yargı veya kamuoyunu yönlendirme çabasına en çok karşı çıkan Yılmaz değil miydi?
Daha birkaç gün önce, ’dinlemelerin “kamu yararı” varsa medyada yayımlanabileceğini’ savunan Yavuz Baydar’a kararlı ifadelerle itiraz eden kimdi?
“Kamu yararı”nın soyut bir kavram olduğunu hatırlatıp, iktidarı ele geçirenlerin kolayca insan haklarını çiğneyebileceği kaygısını dile getirirken, “Geçmişte bununla mücadele ettik, şimdi de edeceğiz. Savunmamız gereken şey temel insan haklarının korunmasıdır” tavrını koyan siz değil miydiniz Mehmet Yakup Bey?
Tıpkı cep telefonu gibi, bir insanın günlüğü, not defteri veya “Casper marka dizüstü bilgisayar içerisinden çıkan Western Digital marka, seri numarası WMAM9EF31256 olan bilgisayar hard diski”de özel hayatının parçası değil midir?
Sık sık “Cumhuriyet savcıları gazete okumuyor mu?” uyarısı yapan Yılmaz’ı birden savcılara işaret ettiği gazetelerle aynı çizgiye getiren nedir acaba?
Yılmaz’ın sitesinde servis edilenleri Taraf gazetesi yayımladı. Hem de, bu habere özel kapak baskısıyla çıkarak.
Arada bir
fark kalmadı
Ümraniye Soruşturmasının ilk gününden beri, mahkemenin kararlarını, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın uyarılarını hiçe sayan Taraf’ın tavrını anlamak zor değil. Ama Taraf’ın ’Balbay özel sayısı’nın hazırlayanın Yılmaz olması düşündürücü.
Defalarca, ’Hükümeti devirmek isteyen darbeci paşalarla ilişkileri’ ile Taraf’a manşet olan Doğan Grubu, ikinci defadır, ’Taraf’ın manşetiyle hedef gösterilenler’ cephesinden sıyrılarak, ’dokunulmazlar’ sınıfında yer alıyor. Hatırlarsanız, Taraf-Doğan flörtü, Amberin Zaman’ın Aydın Doğan söyleşisiyle başlamıştı. Aydın Doğan o röportajda, kendisine düne kadar “abi” diyen Erdoğan’la arasını bozan olayın Deniz Feneri olmadığını, “Erdoğan’ın kendilerine ilgisinin Deniz Feneri olayından önce azaltmaya başladığını” açıklamıştı. Yani sorun iktidarın politikalarına karşı tavır konması değildi.
Amberin Zaman “Zor günler geçiriyorsunuz.” deyince Aydın Bey, iktidarla “uyumlu” günleri özlemle anlatmıştı: Onlar demokratikleşmeyi istiyordu. İnançlarımız örtüştüğü için destek verdik. Onun müdafaa ettiği değerleri bizde müdafaa ediyorduk. Yalnız Cumhuriyet’in nitelikleri konusunda zaman zaman sitem ediyorlardı. Ben de Cumhuriyet’in nitelikleri konusunda hassasım ama daha toleranslı yaklaşabiliyorum. O konuda hükümetle aramızda büyük problemler çıkmadı.
Doğan “Kendi inançları yönünde bağımsız bir gazete ” diye nitelediği Taraf’a konuşarak, Erdoğan’a bir kere daha “değerler” konusunda ne kadar toleranslı olduğunu gösteriyordu.
Nitekim Mehmet Y. Yılmaz’ın, iktidara karşı bir türlü ‘toleranslı olamayan’ Mustafa Balbay’ı, arenadaki aslanların önüne atar gibi, yandaş medyanın önüne atması, grubun gazetecilik ile ilgili de, ihtiyaç duyulduğunda ne kadar toleranslı olabileceğine işaret sayılmaz mı?
İlhan Selçuk
yarın ne yazacak?
İlhan Selçuk’un Cumhuriyet’teki yazısı bir önceki gün yayımlansaydı, altına rahatlıkla imza atılırdı. Ama dünkü Doğan-Taraf ittifakının ardından sanırım şu satırların hükmü kalmadı: “Ergenekon tertibinin bir siyasal amacı da medyayı susturmak... Bakın Ergenekon’da kimler suçlanıyor: Tuncay Özkan.. Mustafa Özbek.. Ferit İlsever.. Doğu Perinçek.. Mustafa Balbay.. İlhan Selçuk.. İlk dördünün televizyonları, dergileri var.. Son ikisi de Cumhuriyetçi...
Eh, Ergenekon’un gerçek savcısı olduğunu açıkça dile getiren kişi, Doğan Grubu’na da 500 milyon dolar cezayı bindirdi mi, gel keyfim gel... Doğan Grubu da göçerse... Bütün medya AKP’ye kalır...”
Belki medyanın AKP’ye kalması için Doğan Grubu’nun göçmesine gerek yoktur... Ne dersiniz İlhan Bey; gazetecilik, menfaat kalkanı olarak kullanıldığı sürece, her an her şey değişip, dönüşebiliyor değil mi? Belki, “Balbay, ille de tutuklu yargılansın, hapishanede yatsın diye çırpınanlar” kadar, “onlara lojistik ve mühimmat desteği sağlayanları” da “basın tarihinin utanç duvarına” yazmanın zamanı gelmiştir. Ne dersiniz?
+++
Emperyalizm modası
Milliyet’in moda yazarı Melis Alphan, işgalci ABD’nin Başkanı’nın kafasına ayakkabı fırlatan El Zeydi ile işgalci ABD’nin Dışişleri Bakanı’nı ağırlayabilmek için çerçeve anlaşması imzalayan Çiğdem Anad’ı yanyana koyup “İkisi de gazeteci, Arada bir fark var” dediğimiz manşeti, “Geçtiğimiz haftanın en saçma ve zorlama haberi” olarak tanımlamış.
Gazetecilik dersi vermeye kalkışan moda yorumcusunun yazdıklarından bir bölümü aktaralım:
“El Zeydi’nin Bush’a ayakkabı fırlatması hangimize içten içe zevk vermedi bilmem. Hillary’nin konumuzla ne ilgisi var, anlayamadım. Çiğdem Anad, “Soruları vermedik ama çerçeveyi konuştuk” diye açıklama yaptı. Ben Hillary’ye soruların verilmemesine acayip şaşırdım. Çünkü bunu Yeniçağ bilmiyor herhalde ama gazetecilerin geneli bilir; önemli devlet adamları mutlaka soruları önceden görmek ister. Geçtiğimiz yıllarda Al Gore’la röportaj yaptığımda soruları önden istemişler, hatta iki-üç soruyu da elemişlerdi. Ne yapsaydım? “Olmaz o zaman. Al Gore gitsin başkasına versin röportajı” mı deseydim? Kapmışım röportajı, enayi miyim?”
Enayi mi değil mi bilemem ama, şu yazdıklarına bakarak gazeteci olmadığını, bu kafayla da olamayacağını söyleyebilirim Melis Alphan’ın...
Hangi gazeteci, “İstediğim soruları soramadım ama Al Gore ile ben röportaj yaptım” diyerek gururlanabilir ki?
Hangi gazeteci, bir devlet adamı veya siyasetçi karşısında kendini, “Bir stardan imza almaya giden titrek hayranı” durumuna düşürür? Gazeteci için, kimle poz verdiği mi önemlidir, kime ne söyletebildiği mi?
Melis Alphan’ın ruhunda az biraz gazetecilik kıvılcımı olsaydı, sorularını soramadığı nezaket ziyaretini “röportaj” diye sunmazdı.
“Bu fırsatı kaçırsa mıydım?” diye soruyor ya, bence ayağına kadar gelen manşet haberi yapmalıydı. Al Gore imaj kampanyasına dahil olmak yerine, sorulması istenmeyen sorularını ilan etmeli ve Al Gore’un bu sorulardan neden rahatsızlık duyduğunu sorgulamalıydı...
Melis Alphan’ın kafa yorduğu alan “moda” olduğu için, bu analizleri yapabilme pratiğinin olmaması normal. Değerlerini “güne” ve “popüler”e göre belirlemesi de öyle. Ve ona göre şimdi Obama zamanı!
Doğal olmayan “basında güven” sloganıyla çıkan, Milliyet gibi geleneği olan bir gazetenin geldiği, getirildiği nokta. Alphan’ın, Yeniçağ’a gazetecilik dersi vermeye kalkışırken, bütün gazetecilerin utanç duyması gereken itiraflarla doldurduğu yazısından bu genç bayanı sorumlu tutmuyorum, asıl sorumlu Sedat Ergin’dir... Aydın Doğan’dır... Modaya uyup gazeteciliği buralara düşürenlerdir...
Bu yazı bir dahaki gelişinde Melis Alphan’ı Hilary’nin seçimi yapabilir...
Kendisine nacizane tavsiyem: zevkler, renkler, desenler, kesimler... hepsi mevsime göre değişebilir ama işgalin, tecavüzün, ölümün acısı her yerde aynıdır... Saçın, eteğin, ayakkabının modası olur belki ama emperyalizmin modası olmaz... Emperyalizm hiçbir zaman moda olmaz... Birileri buna çalışsa da, gazeteci modaya uyacağım diye kalemini kimsenin boyunduruğuna sokmaz. Çünkü gazetecilik ilkeleri sezonluk değildir... Kapitalist sermayenin elinde kalan defolu ürünleri pazarlama aracı hiç değildir...
+++
Akman’ın çocukları
RTÜK, bu siteyi çocukları “televizyon okuryazarı” yapmak için açmış. Çocukların Meclis TV veya Sır Kapısı izlediğini varsaydılar herhalde...
RTÜK’ün çocuklara yönelik hazırladığı www.rtukcocuk.org.tr sitesinde kurumun kadına bakışını özetleyen fıkra: Ünlü bir sopranonun konserine giden baba oğul ilgiyle konseri dinliyorlardı. Bir ara çocuk merakla babasına sordu: “Baba, öndeki amca elindeki sopayla niye kadını korkutuyor?” Baba;“Korkutmuyor oğlum, yönetiyor!” “Eee, peki o zaman kadın niye avaz avaz bağırıyor.”
Yine aynı sitenin “bilmeceler” bölümünde de benzer yaklaşım sergileniyor. “Bir gün adam karısını dövüyormuş, kapı çalmış dayağı kesmiş? Neden? Çünkü eşek sudan gelmiş” yanıtıyla verilen bilmecede, kadının “dayak yemesi” alaycı bir yanıtla meşru hale getiriliyor.
* Medyafaresi.com
+++
Çanakkale Şehitlerinden
özür diliyorum
Yeniçağ Gazetesi’ndeki o içimizi titreten haberi okudunuz mu? Cuma günü Yeniçağ Gazetesi Çanakkale şehitliğinden bir fotoğraf yayımlamıştı. O fotoğrafta, şehitlerimizin kemiklerinin sel suları ile bayırlara saçıldığı görülüyordu.
Her sene Çanakkale zaferi üzerine nutuklar atıyoruz. Lakin, onların mezarlarına sahip bile çıkamıyoruz.
Gidin bir de Çanakkale’deki Hıristiyan mezarlığına bakın... Ne kadar bakımlı...
Bizimkiler, Çanakkale şehitleri için durmadan hatim indirirken o hatim indirilenlerin kemikleri dağlara-ovalara saçılıyor... Yeniçağ da bu ikiyüzlülüğümüzü ortaya koyan bir haber yapmıştı; aferin onlara...
Peki, kimler el atmalı bu işe öncelikle? Elbette ki Türkiye’yi yönetenler... Öncelikle de AKP’liler... Yanı sıra çember
sakallı, cübbeli adamlar taşıyan Bülent Arınç, maneviyatçı geçinir de bu tür gerçek dindarlıkla ilgilenmez... Çünkü; yobazın şehitlerle ilişkisi onları istismar etmekten öteye gitmez... Ben; Çanakkale’de can veren dedelerimizden özür diliyorum. Torunları olarak, onların mezarlarına bile sahip çıkamamanın üzüntüsü içindeyim. Bir insana bundan büayük ayıp olur mu? l Rıza Zelyut / Güneş
+++
Cevabını aldın mı
Fehmi Koru?
Fehmi Koru, ikinci kimliği olan Taha Kıvanç’a ayrılan köşede, Cumhuriyet Gazetesi’ne giderek, Balbay adına kitap imzalayanlara “Bu neyin dayanışması?”
diye sormuştu. Hakan, dün Hürriyet’teki köşesinde cevap verdi: “Bu sizin çoktandır unuttuğunuz türden bir vicdan dayanışmasıdır!”
+++
MİNİ YORUM
Maske yırtılmasa afetti...
“Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât! Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...” Tam da yattığın kabri, bıraktığın emaneti, can verdiğin vatan davasını tahrip ettikleri günlerde seni anmaya tutmaz yüzümüz... Yine de sana yazılan unutulmaz şiirin belki de en ibretlik mısralarını, başta bugünkü sayfamıza konu ettiğimiz büyük-küçük “gazeteci”ler olmak üzere, bağımsızlığın kıymetini bilemeyen, batı deyince ayran budalası kesilen herkese armağan ediyorum: Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz.../Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz...