Ne anlatılır, ne katlanılır
Üniversite birinci sınıftaydım Yeniçağ’da yazmaya başladığımda... Arada kesintiler de oldu ama; öyle böyle 12 yıl geçmiş o ilk yazının, ilk cümlesini kurmak üzere bilgisayarın başına oturduğum günden bu yana... Ve ben -güya pek pratik zekalıyım filan; palavra- ancak dün kanaat getirebildim benden “gazeteci” olmayacağına.
Cumhuriyet tarihinin en büyük -kaza diyorlar ama cinayetin daniskası- facialarından, katliamlarından; dolayısıyla “gazeteci milleti” için “en büyük haber”lerinden biri var ve -benzeri bir çok trajedi karşısında olduğu gibi/yine- yazamıyorum.
Tik tak... Tik tak...
Saat yer altındaki işçilerle eşzamanlı olarak benim de aleyhime işliyor. Onlar gibi benim de zamanım daralıyor; kelebek gibi “bir gün” çünkü gazetecinin ömrü. Yazarsan yaşarsın!
“Duyu”ların her daim teyakkuzda olacak; ve fakat “duygu”ların kör, sağır, dilsiz!
Beceremiyorum;
Ölenle ölüyorum ben her defasında...
Yananla yanıyorum...
Yaralıysa biri; onunla sancılanıyorum...
Kilitleniyorum; elim ayağıma dolanıyor, parmaklarım dolanıyor, kalp atışlarım; fırladı fırlayacak yüreğim dışarıya...
Bolca ağlıyorum mesela; halbuki aşk mektubu yazmıyoruz ki, gözyaşları dağıtmamalı cümleleri!
“Büyük” laflar edemiyorum böyle rüştünü ispat zamanlarında, “cuk” diye oturan tespitlerin, “dahiyane” çözüm önerilerinin, “her şeyi bilen adamlar” sektörünün kişisi olamıyorum. Daha fenası bir gazetecide zinhar bulunamayacak bir meraksızlık içinde; didikleyecek, inceleyecek, araştıracak bir şey de göremiyorum ortada. Gerçek çok net benim kafamda;
İnsanlar ölüyorlar!
Herkes “konuşmak için çok erken” diye başlıyor ya mesela lafa;
Yoo, çok geç bana kalırsa!
Trafodan mıymış... İzole sorunu mu yaşanmış... İşçilerin kaza anında 20 gün yaşayabileceği o son teknoloji düzenek haniymiş... Vardiya saati miymiş...
Giden dönecek mi peki?
Kalanın acısı dinecek mi?
Sorumlu hesap verecek mi?
Ee?
***
“Maden kazası maden işçisinin kaderi” diyen Başbakan...
Kayıt dışı çalıştırıldığı iddia edilen 15 yaşındaki çocuk işçinin, kayıt dışı çalıştırılmadığını ispat etmek için “kayıtlarda yok” diyen bir Bakan...
Ana muhalefet milletvekili “Soma’da kötü şeyler olacak” kaygısıyla “Araştırma Komisyonu” kurulması için, muhalefet milletvekili “105 bin nüfuslu ilçede, yerin altında çalışan 16 bin maden işçisi var hastanenin yanık ünitesi yok” diye yakarırken, onlara arkalarını dönüp muhabbet eden “hükümet” sıraları...
Ve sonra dün, aynı zatların yüzleri kızarmadan “saygı duruşu”nda bulunmaları...
“Sendika da vardı, maden ruhsatı da vardı, oksijen maskesi de vardı” diye işveren avukatlığına soyunan sendikacı...
Maaşını denetlemekle görevli olduğu kurumdan alan denetim elemanı...
“Fazla değil yüz ceset gördüm” diyen maden işçisi!
“Firar” daki maden işletmecisi!
Soma’ya çevre il ve ilçelerden tabut taşınırken “Kel simit tiridi tarifi” veren TRT...
Patronlarının maden ruhsatlarının akıbeti uğruna TRT’den aşağı kalmayan vur patlasın, çal oynasın medyası...
Alışık değiliz ya kendi derdimizle dertlenmeye; bir türlü Soma’yı doğrultamayan anonsa “Somali” diye giren spiker...
Derken “gözaltı listesi belli” haberi:
İhmali olanlar tespit edildi; şanlıysalar morgda değillerse kavun deposunda hepsi!
İbret karesi:
Sen “kavun değil ya koklayayım” deyip, ne çıkarsa bahtıma pervasızlığında iktidar yaparsın ama o yaşına, yasına bakmaz, kavun gibi istifleyiverir seni Kırkağaç’a!
TOMA’lar ambulanslardan da, itfaiye araçlarından da hızlı; işçisini koruyamayan sistemi korumak üzere konuşlanmışlar bile muhtemel eylem yerlerinde!
Ve Dali tablolarını aratmayan bu gerçeküstücülüğü rutine, normale, olağana dönüştürebilmiş bir ülke!
Haliyle kelimeleri kifayetsiz buluyorum..
Kolayı var tabii;
“Kara haber, kara tablo, kara gün, kara toprak” yazayım hadi ben de.
İçin için bilmiyor muyum “aklanacak”lar ölenlerin 40’ı çıkmadan!
Televizyondaki “milli yas ilan edildi sayın seyirciler anonsu”, camiden yükselen sala ve karşı apartmandan yükselen mezdeke sesleri birbirine karışmış haldeyken;
Nasıl “Türkiye ağlıyor, yüreğimiz yanıyor” diye atıp tutayım;
Sizi kandırdım diyelim; bir daha kendime saygı duyar mıyım!
***
Vicdanınız kurusun...
Ben “ne anlatılır, ne katlanılır” diye kıvranırken, “Gezi’nin yıldönümünden iki hafta öncesine rastlaması tesadüf olamaz” diyen de çıktı ya; boşuna yükselmedi demek ki en çok “dua” istenen günde, bunca beddua!
19 Mayıs’ın birkaç gün öncesine rastlaması da tesadüf değil o zaman bu mantıkla!
Hep mi “milli bayramların” arifesini buluyor canım bu “doğal afetler”;
Kesin sabotaj!
29 Ekim’den önce de Van’da deprem organize etmişti bu kumpasçı çete!
***
Bunca kirin ortasında bir tek temiz cümle:
“Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin!..”
Hemşire “çıkarma” dedi ama “çıkar” bence;
Çıkar “namusun” gibi sakla, koru çizmelerini. Çünkü bak gör; günahlarını senin “kir” dediğin o kömür karasıyla temizlemeye kalkışacak kadar pişkinleşecekler!
***
Savaş olsa bu kadar askerimiz esir olmazdı...
Savaş olsa bu kadar kadının, kızın, çocuğun ırzına geçilmezdi...
Savaş olsa bu kadar insan ölmezdi...
Aklıma gelmiyor değil; “çok oluyorsunuz” diye zılgıtı yedi de, biri “sıfırlamaya” mı çalışıyor bu milleti!
Örtülü bir “soykırım”a maruz kalıyoruz sanki!
Hayır, eğer öyleyse, kaçak güreşme...
Çıkar gömleği, tak bareti, soyun da gel;
Bekliyor işçiler maden ocağında seni!
Ha bir de, talimat ver seyir terası yapsın ahirete TOKİ;
Berkin, Ali İsmail, Ethem, Burak, Murat Albay, Ali Tatar’larla birlikte Kemal Yıldız da izlemek ister belki ilahi adaletin tecellisini!