Nazlı’nın günlüğü...

Uğur Mumcu’nun ‘Orduyu bildiriye zorlayan koşulları siyasal partiler yarattı’ sözünü darbe delili sayan Ilıcak, ‘darbeler bütün şiddeti ile inmeli’ diye yazdığı günleri yine unuttu

CHP Kurultayı’ndan sonra derin düşüncelere dalmış Nazlı Ilıcak...
“Kemal Kılıçdaroğlu’nun neden ”Kürt“ kelimesini bile ağzına alamayacak kadar ”utangaç“ demokrat olduğunu”, neden “solun her defasında
statükoya yapıştığını”
sorgulamış.
Ama takdir etmeli, sonuç odaklı çalışıyor; cevabı bulmuş baksanıza:
“Darbe virüsü!”
Virüsün “demokrat bünye”lerde yarattığı hasarı ispat için de İlhan Selçuk ile Uğur Mumcu’nun eski yazılarından bir demet sunmuş okuruna...
Ama tam da yılbaşı arifesinde böyle cimri olunmaz ki Nazlı Hanım..
Hep karanfil, hep karanfil olmaz ki...
Şöyle içine biraz “gül”, biraz “orkide”, “papatya”, biraz “kabak çiçeği” (ay pardon o sofralıktı değil mi!) serpiştirmiş renkli bir aranjman hazırlar insan; her çiçekten bal alsın toplum dimağı da değil mi ama!
Hatta sizin yazı bahçenize
girelim; oradan beslenelim bugünlüğüne de...

* * *

16 Ocak 1979:
“1978’de bin kişi ölmüş, mezhep ve ırk çatışmaları Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü tehdit eder boyutlara erişmiştir. Ecevit çapında bir Başbakanın gemiyi selamete çıkaramayacağı ise iyice anlaşılmıştır. Buna rağmen İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesindeki ”Cumhuriyeti korumak ve kollamak“ hükmü işletilmemektedir.”

* * *


5 Eylül 1979:
“Türkiye’nin bütünlüğü tehlikedeyken, Cumhurbaşkanından Genelkurmay Başkanı’na kadar herkes İran’daki gelişmeleri endişeyle takip ederken biri çıkıp da, ”Etnik-metnik“ başlıklı bir makalede, ”ülkemizde Kürtlere iş vermiyorlar“ yazarsa, o fikri zararlı o şahsı da en büyük kışkırtıcı ilan etmemek mümkün mü?
Bir; Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı’nın kararlı vaziyet alışlarına bakın, bir de safa sarhoşu kalemlerin akıttığı zehirlere...”

* * *

17 Haziran 1979:
“Her türlü fikir temsil edilsin diye batıyı örnek gösterenlere, demokrasinin kalelerinden biri olan Fransa’daki kanunları hatırlatırız. Devlet ancak kendisini koruyan tedbirleri aldıktan sonra, hürriyetin sınırlarını genişletebilir. Af rüzgarlarının anarşistleri sokağa döktüğü, kanunların, eylemcilerin yakasına süratle yapışılmasını engellediği, Danıştay ile icra arasındaki rekabetin, yönetimi zaafa uğrattığı bir ülkede, elbette sivil idare her zaman askerden yardım istemek zorunda kalacaktır.
Bir, iki, üç... Ama bir gün gelir ordu, madem tek başına beceremiyorsun, şöyle çekil kenara çekil de gölge etme deyiverir..”

* * *


13 Ekim 1979:
“Türkiye’nin şartları başkadır. Her şeyden önce, yukarıdaki örneklerin aksine, Türk ordusu 1071’de Anadolu topraklarına girerken, orada yaşayan bir halkı sömürgeleştirmemiştir. Anadolu’nun her karışı atalarımızın kanıyla yoğrulmuştur.
Batının ileri ülkeleri, güçlerini birleştirerek daha kuvvetli olabilmek için Büyük Avrupa’ya doğru yönelirken, Türkiye’yi halklara bölmek istemek, bu yolda propaganda yapmak, memleketi kana bular, Türk milletini zaafa uğratır.Düşünce özgürlüğü sonsuz değildir. Memleket menfaatleri ile sınırlıdır.”

* * *


8 Aralık 1979:
“Kırmızı ışık, bütün kuvveti ve kudretiyle terörizm noktasında yanmalı, darbeler, devletin kişiliğine karşı suç işleyenlerin, silah kullanıp can ve mal güvenliğini tehdit edenlerin sırtına, bütün şiddeti ile inmeli.
Bırakalım ikinci sınıf meselelerle hükümet uğraşsın, halkta antipati doğacaksa , o üzerine çeksin. Yıpranacaksa, ordu değil, siyasi iktidar yıpransın. Zira iktidarların alternatifi her zaman bulunur ama Silahlı Kuvvetlerimiz tek ve alternatifsizdir.”

* * *


Uğur Mumcu’nun “Orduyu böyle bir bildiri yayınlamaya zorlayan siyasal koşulları bugünkü siyasal partiler yaratmışlardır” cümleleri darbeyi meşrulaştırmak için yazılmışsa, sizin yukarıdaki cümleleriniz ne için yazılmış olabilir Sayın Ilıcak?
Çağın estetik değerlerini yakalamak uğruna tıptaki ilerlemelere teslim olunan anlardan birinde, acaba diyorum, yanlışlıkla neşter beynin “frontal lobu”na da kaymış olabilir mi;
Dünden bugüne “hissiyat değişikliği”nin sebebi hikmeti bu mudur!

+++++++

TRT kendine gel!
Balyoz davası başladı. TRT haberi veriyor. Karşı ya da taraf olan görüşler pankartları ve açıklamalarıyla Siliviri’de. Dava lehine gösteri yapanlar veriliyor. Hatta bir de şarkı yapmışlar, o bölüm yayında. Basın açıklamalarından bir bölüm de geliyor ekrana. ‘Bazıları da sanıkların lehine gösteri yaptı’ diyerek pankart açmış topluluk şöyle uzaktan, hafiften gösteriliyor. Şimdi altında bir şey aramak niyetinde değilim. İzlediğimi aktarıyorum. İzlerken de ‘her iki görüşe eşit uzaklıkta kamera’ göremiyorum. Ve komplo teorisi hınzırlığı şu soruyu sormama neden oluyor; acaba TRT sanıklar lehine gösteri yapanların yanına gitmeye çekindi mi?
* Sina Koloğlu/ Milliyet

++++++


Ordudan AKP’ye kalkan
İktidar, sadece lafla götürmek istediği demokratik açılım konusunda büyük bir sıkıntıya girmiş ve kimyası bozulmuşken, devreye beklenmedik biçimde Türk Silahlı Kuvvetleri girdi. Hükümeti düştüğü çukurdan kurtarmak isteyen Genelkurmay “Dil konusunda rahatsısız” açıklaması yapıverdi. İktidara ve özellikle yandaşlara da o andan itibaren “gün doğdu.” Anında Silahlı Kuvvetler’in ipine sarıldılar. Şimdi yepyeni bir oyunla karşı karşıyayız. Ordu iktidarı kurtarmak için bir açıklama yapıyor, iktidar ve yandaşları da BDP’nin dayatmasına karşı ne yapacaklarını konuşmak yerine hedefi şaşırtıp yeniden orduya saldırının dayanılmaz keyfini yaşıyor. İki gündür yandaş medyanın manşetleri ve neredeyse tüm köşe yazıları orduya hakaretle dolu. İnsan bu oyunu ibretle izlerken “pes” demeden edemiyor.
* Can Ataklı / Vatan


+++++++++

Aydın sayılmanın raconu hakaret etmek
Tarihçi Prof. Dr. Cemil Koçak, Sabancı Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta, Atatürk için “Yeteneksizdi, 5-10 kişiyi bile yönetemezdi, zaten şansı yaver gitmeseydi kahve köşelerinde emekliliğini yaşayıp gidecekti” dediği, Çanakkale Savaşı’nın galibinin de “Türkler değil Almanlar olduğu” yönünde görüşler belirttiğine ilişkin gazete haberlerini bir açıklama yaparak yalanlamış.
Ama, Cemil Koçak’ın “Anadolu’da çok büyük işgal yaşanmadı. İşgal asıl Güneydoğu’da Fransızlar tarafından Gaziantep, Kahramanmaraş ve Urfa’da yaşandı. Batı Anadolu’da da Yunan işgaline karşı savaşıldı. İtalyanlar ve İngilizler geldi, ama hiç savaşmadık... Kurtuluş Savaşı üç yıl sürdü ve şehit-yaralı toplam 30 bin kişilik zaiyatımız oldu. Kurtuluş Savaşı’nın pırıltılı hale getirilmesinin nedeni, Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet’le birlikte yapılanlara meşruiyet kazandırmak içindir” (Radikal-13 Kasım 2006) gibi Kurtuluş Savaşı’nı hani neredeyse “kıytırık” bulan sözleri arşivlerdedir ve yalanlanmaları da olası değildir.
Cemil Koçak’ı, Basın Yayın Yüksekokulu’ndaki öğrenciliğinden tanırız. Daha o günlerden alçak dağları o yaratmıştı...
Dönemin görünürde solculuğunun
raconuydu bütün bunlar.
Biliyorsunuz, şimdi de Atatürk’ü ve Cumhuriyet devrimini küçümsemek, bir tür gözde aydından sayılma raconu.
* Işık Kansu / Cumhuriyet

++++

Neo-Osmanlı rüyasındakiler şoka girecek


‘Tebaa’sı reddi miras yaptı
Alman Bild Genel Yayın Yönetmeni Kai Diekmann’ın Beşar Esad söyleşisinde “yancı” rolündeki Ertuğrul Özkök, Hürriyet okurlarına Şam’ın şekerini olmasa da Arap’ın yüzünü sundu.
Hayli “faideli bilgiler” içeren grup röportajda kendisine AKP iktidarının “Osmanlı Milletler Topluluğu” düşü sorulduğunda bakın nasıl yanıtlıyor Esad:
“Burada sorulması gereken soru şu: Türkler ”Osmanlı“ ve ”Türkiye“ arasındaki farkı nasıl tanımlıyor? Siz bana ”Türk milletinden olduğumu“ söylerseniz kulağa hoş gelir mi? Çünkü ben Arap’ım, siz de Türk. Osmanlı meselesine bakınca... Osmanlı ile Türk arasındaki farkın ne olduğunu bilmeden ve söylenirken ne kastedildiğini öğrenmeden cevap vermek imkansız.
- Bunu Türk Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na soracak mısınız?
- Evet ilk karşılaştığımızda soracağım. Kısaca Türk ve Osmanlı arasındaki farkın ne olduğunu ve ne düşünüldüğünü bilmeden cevap vermem ya da anlamam çok güç. Sınırlar mı, bu sınırlarla alakalı değil. Türkiye’nin yayılmasından da bahsetmiyor herhalde.”
Hatırlayın bundan 10 gün kadar önce ne yazıyordu Cüneyt Ülsever “Osmanlı’yı yıkan kavram; Osmanlı Milletler Topluluğu” başlıklı yazısında:
“Eskiden olmadığı gibi bugün de Osmanlı’nın eski sömürgelerinin ”Neo-Osmanlı ile milletler topluğu olsak da geçinsek gitsek!“ diye bir dertleri yoktur. Bu hayal, bizim açımızdan ne kadar çekici gözükse de, sadece Ahmet Davutoğlu’nun gündüz düşleri arasına girer.”
Beşar Esad’ın “kimlik”li sözlerinden sonra ne demeli bilmem ki;
“Good Morning Mr. Davutoğlu!” uyar mı mesela....


++++++++

Koru’nunki ava giden avcının hazin sonu mu
Cuma, Cumartesi, Pazar, Pazartesi... Eksilen “çift-kimlik” olunca haliyle bugüne kadar “kelle” sini istediği, patrona şikayet ettiği, kovdurmaya çalıştığı, jurnallediği, hedef gösterdiği, azgın guguğun önüne atıp “tut, tut, tut” diye sürek avına kurban ettiği bütün diğer meslektaşlarınınkinden daha büyük bir boşluk bıraktı geride....
Bedenleri tek, ruhları bir tür Siyam ikizi olan Fehmi Koru-Taha Kıvanç çiftinin bir meçhule intikalinin dördüncü gününde, rivayet o ki;
“Edelman’ın -Irak’ın işgali sırasında, ABD’nin giriştiği insanlık suçlarını yazdığı için- kellesini istediği yazar” olan İbrahim Karagül’ün imaları karşısında zan altında kalınca, gazetesinin “imaj temizliği”ne girişmemesinden, sicilini aklayıp paklamamasından muzdarip olmuş Fehmi Koru...
Biz de Post Medya’nın yalancısıyız; bakın medya mahallesinde kaynayan dedikodu kazanından neler taşıyormuş son günlerde sitelerine:
“Fehmi Koru ne istiyor?
gazeteciler.com’un öğrendiğine göre krizin perde arkasında Edelman meselesi var.
Hatırlayacağınız gibi gazeteciler.com yazarı Cenk Açık, Fehmi Koru ile ABD’nin eski Ankara büyükelçisi Edelman arasındaki ”yazar kellesi pazarlığını“ gün yüzüne çıkarmıştı.
Fehmi Koru bu olayla ilgili ”sessizliğe“ bürünürken, olayın muhatabı olan Yeni Şafak yazarı, Edelman döneminde yaşananları doğrulamıştı.
gazeteciler.com’a gelen bilgilere göre Koru, gazete yönetiminden ”kendisine sahip çıkılmasını ve bu konuda onu aklayacak bir tavır konulmasını“ istemiş.”

+++++++

‘Medyanın gülü’nü özlemiş
Fehmi Koru’ya “Sen bırak Doğan Grubu’nu da kendi gazetenden haber ver” diyerek somut bir soru sormuştum ya...
Hay sormaz olaymışım.
Adamcağız o sorunun sorulduğu günden beri ortada yok. Hem kendi sütunu boş, hem de müstearının...

* * *

Buradan Fehmi Koru’ya sesleniyorum:
Fehmi Abi! Fehmi Abi!
Boş ver Allah’ını seversen. Kendini bu kadar ciddiye alma. Üç günlük dünya... Değer mi bu tür kaprislere.
Hadi yazmaya başla yeniden.
Hatta yine Doğan Grubu’nu yaz, yine “Patron iyi ama çevresi kötü” diye yaz, yine benim için “sığıntı” diye lakap tak.
Söz, ses etmeyeceğim. “Sen kendin gazetenden haber ver” bile demeyeceğim.
Yeter ki geri dön...
Sen Türk medyasının bir gülüsün ve sensiz Türk medyası çok eksik be Fehmi Abi...
* Ahmet Hakan / Hürriyet

+++++++


MİNİ YORUM
Kurbağa çorbası

Bir güruh “bayrak” ilan ediyor, “sınır” ilan ediyor, “devlet” ilan ediyor; duyabildiğimiz tek ses “gluk, gluk”... Kendi duyarsızlıklarında boğuluyor birileri. Ve öyle anlaşılıyor ki çoktan tamamlanmış “kurbağa testi”. Malum bereketli topraklar; semiz nesiller yetiştirdi bunca sene; elde ne kaldıysa artık bacak, kulak... “Kurbağa çorbası” yapıyorlar sakat-atlarımızdan da; hatta kurbağa ızgara; gevrek, çıtır, ağızlarına layık... Hesap mı; yakışır mı bizim gibi bonkör topluma; “şehit kanında marine edilmiş” şu kadarcık toprağın lafı mı olur canım; bizden olsun bu seferlik o da!!!

Yazarın Diğer Yazıları