Nazan Hanım’ın Nar Ağacı
Nazan Bekiroğlu adını dergiler belleğime konuşlamıştı. Gelgelelim, kitaplarını yayımlayan yayınevlerine olan Kemalist-Türkçü konumum ve tavrım, onları okumama engel oluşturuyordu. Bundan birkaç yıl önce bir sohbetimizde, şimdilerde aramın açık olduğu Yılma Durak, Nazan Bekiroğlu’ndan söz etmeye başladı birdenbire. Meğer Nazan Hanım, benim gençlik yıllarımdan arkadaşım rahmetli Kürşad Karanis’in kardeşi imiş. Kürşad’ı en son gördüğüm gün geldi gözlerimin önüne. Bayburt yakınlarında Kop Dağı’nın alçaldığı bir yerde bir dere içindeki o komando kampı. Bir gece yatmıştım orada. Yılma Durak yollamıştı Erzurum’dan, biz daha önce kamp yaptığımız için deneyimlerimizi aktaracaktım onlara.
Evet neyse, bugüne dönelim. Nazan Bekiroğlu’nun son romanı Nar Ağacı’nı gördüm kitapçıda. Arka kapak yazısına baktım Tebriz-Batum-Bakü-Tiflis-Trabzon arasında geçen bir aile öyküsü olduğu ifade edilmiş kısaca. Kürşad, annesinin Azerbaycan Türk’ü olduğunu söylerdi. İçine baktım kitabın, “al beni” dedi hemen. Elimde okumakta olduğum ve okuma sırasını bekleyen kitaplar vardı, hepsine “daha sonra” deyip Nar Ağacı’nı okumaya koyuldum.
533 sayfalık kitap, tadını damağımda bırakarak bitiverdi bir gecede.
Belli ki uzun bir hazırlık döneminden sonra ailesinin izine düşmüş Nazan Hanım. İki koldan gitmiş, bir kolda Tebrizli dedesi Settarhan, öbür kolda Trabzonlu anneannesi Zehra. Yazgı bunları birleştirmek için neler etmiş neler... Yazgıya yazarın ustalıklı kurmacaları da eklenince ortaya sürükleyici bir yapıt çıkmış. Yazar, çok yönlü sorgulamalara giriyor, ileriyi geriye, geriyi ileriye kurguluyor, eski fotoğrafları okuyor ve çözüyor, tarihle tasviri harman ediyor, bu harman sonunda zaman savruluyor sanki. Zamanla oynuyor aslında, bu oyundan sonuçlar ve yargılar çıkıyor, tarih yorumları düşüyor. Zekâsını bir teleskop gibi kullanıyor, romana tarih giydiriyor, coğrafyayla makyajlıyor, söylenceler ve şiirle varsıllaştırıyor. Bir ayrıntı ustası aynı zamanda Bekiroğlu, sağanak halinde iniyor ayrıntılar, fakat tufan kopmuyor bu ayrıntılardan, çekiyorsunuz içinizdeki kuraklara, mutluca.
Bu roman usta işi “gezi notları”nı da barındırıyor bünyesinde. Gezdirirken yüzdürüyor bilgi deryalarında, sezdiriyor görülenlerin ardındaki görülmezleri yazar. “Günümüzde belgesel var, gezi notlarının hükmü kalmadı” demekte olanlar, bu kitabı okurlarsa, belgeselin baş aracı objektifin kul yapısı; gözün ve gönlün ise Allah yapısı olduğunu bir kez daha anlayacaklardır.
Osmanlı’nın çözülüşüne değgin bir türlü bitiremediğimiz tartışmalara Nazan Hanım da giriyor. Fakat insanî boyutu öne çıkararak yapıyor bunu. Bu da, doğru yorum ve bakış açısı getiriyor. Aşk acısı, Balkan Acısı’na, muhacirlik çilesi, şehit dayının kırık kafiyelerine karışıyor. Aşkın, özveri ve özgeciliğin, tevekkül ve sabrın, somut ve uç örnekleri de yeterince var bu kitapta.
Dedesine ve köklerine borcunu öyle bir ödemiş ki Nazan Hanım, ruhlarını şad etmiş, öldükten sonra da yaşama imkânı vermiş onlara. Yaşamak -öyle ya da böyle- görebilmek demektir. Kimi ve neyi görecekler? Kendilerini yazarak yaşatanı elbette.. Yazar da işte bundan dolayı “Ne olur görün beni!” diye yakarıyor onlara..
Asla hilafım ve abartmam yoktur, iyi okur bir romanda ne ararsa, bu romanda hepsi var. Okuyunuz mutlaka...