Nasıl Batılı olunur?
Kendi kendinize sorabilirsiniz “Batılı olmak önemli mi ve hatta iyi mi?” diye. Bu soru haklı bir sorudur. Burada Batılı olmak ile kastedilen aslında rasyonel olmaktır. Yani aklı, davranışların temel yöntemi olarak kullanmaktır. Bugün Batı Uygarlığı dediğimiz uygarlık bugün temsil ettiği noktaya ancak yüzyıllar içinde gelirken, Doğu Uygarlıkları da yüzyıllar içinde rasyonaliteden zaman için uzaklaşmışlardır. Ancak hepsi değil. Örneğin Japonya, bir Uzakdoğu ülkesi olmasına rağmen “Batılı” bir ülkedir. Keza Çin’in bu doğrultuda önemli bir mesafe kaydettiğini görüyoruz. Bu anlamda Batılı olmak, aklı ön plana koymak, sabırlı, sistemli ve uzun vadeli çalışmak gibi özellikleri ifade ediyor. Hemen, bu özellikler Doğu medeniyetlerinde de var diyebilirsiniz. Doğru ancak “vardı” demek daha doğru olacak. Bugün bu konuyu ele almamın nedeni, elime Mayıs 1978’de çıkan Yıllar Boyu adlı Yakın Tarih dergisindeki bir haberin geçmesi. Haberin başlığı, “Ortadoğu’ya Yeni Bir Harita Mı?” Haber ise aynen şöyle: “Şarkiyat ilminin, modern Arap tarihiyle ilgili tanınmış isimleri, önümüzdeki Haziran ayı içerisinde Amerika’daki Princeton Üniversitesi’nde toplanarak Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizmeye çalışacaklar. Neyi kendilerine örnek alarak dersiniz?
Ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı idarecilerinin uyguladıkları sistemi. Yani, toplumları kağıt üzerinde çizilmiş sınırlar yerine, mezhep ve inançlara göre belirlenmiş daha doğal çizgilerle birbirinden ayırmayı esas tutan sistemi...
Bu teşebbüsün gerçekleştiğini farz edersek, Ortadoğu, her biri İslam kanunları çerçevesinde kendi hukuk ve şer’i adalet sistemlerine sahip otonom ufak devletlerin meydana getirdiği bir mozayik görünümü arz edecek, tıpkı geçen yüzyıldaki Osmanlı idaresi altında olduğu gibi.
Bilindiği gibi, hasta adamın can çekiştiği 1916 yılındaki Sykes-Picot ve daha sonra Versay antlaşmalarıyla yapılan düzenleme sonunda Ortadoğu’da bir takım yeni devletler meydana gelmişti: Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün gibi... Fransa, kendi mandası olan Suriye’de, Dürzü ve Alevilerin iki ayrı otonom idare kurmalarına gayret sarf etti bir süre. Maruniler, Lübnan’da üstünlük kurdular.
İngiltere, manda idaresiyle vekaletini üzerine aldığı Filistin için yayınladığı Balfour deklarasyonuyla, bu topraklar üzerinde Yahudilerin yurt edinmesini sağlayacak yolu açtı. Krallık dağıtımında eli boş kalan Haşimi soyundan Abdullah’ı oturtacak taht bulabilmek için de, Ürdün diye bir ülke yaratıldı.
Böyle nazari bir düzenlemenin Ortadoğu’ya barış getiremeyeceği aşikardı. Eğer Arap dünyası, mezhepler arasındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırabilecek güçte bir sosyal ve ekonomik yapıya kavuşmuş olsaydı, bu şekildeki bir taksim altında dahi, kendi mukadderatını kendisi tayin edebilecek duruma gelirdi. İsrail, Arapların kendi problemlerini ortaya koyup, onlara pratik çareler aramaktaki başarısızlığını görünce, teşebbüsü kendi eline aldı. Ve Amerika’da, gelecek ay toplanacağı haber verilen böyle bir konferansın öncülüğünü yaptı.
Toplantıya getirilecek İsrail planına göre, hemen hemen Ortadoğu’daki her mezhebin bir vatanı olacak artık. Maruniler Lübnan’da, Kürtler Suriye ve Irak’ta, Şiiler Güney Irak ve İran’ın bir kısmında, Sünniler Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’de sınırları belli yurt sahibi olacaklar. Bu ülkelerin hepsi sonunda bir federasyon veya konfederasyonda birleşecekler. Suriye, böyle bir önerinin gerçekleşmemesi için elinden geleni yapıyor. Suriye Cumhurbaşkanının yedi yıllık bir dönem için yeniden seçilmesinin, İsrail’in mini devletçikler planını önleme yolunda bir hareket olduğu ileri sürülüyor.
Princeton’da İsrail planı başarıya ulaşacak mı? Toplantıyı idare edenin, Siyonizmin belli başlı taraftarlarından Profesör Bernard Lewis olduğuna bakarsak, buna kolayca “hayır” diyemeyiz...”
Makale burada bitiyor ancak çalışma başarı ile devam ediyor. Irak bölündü, Suriye’yi Davutoğlu bölüyor. Sudan dinler esasında bölündü. İşte Batı böyle çalışıyor.