Nardugan -Ayaz Ata Ferdi Tayfur, Maria Callas
Batılılaşmanın en kötü yanlarından biri “batıcılaşma hastalığı”. Hangi fikirden ve meşrepten olursa olsun, batıcılaşma hastalığına yakalananlar, Batı’dan ithal ama Türk kültüründe yeri olmayan kültür unsurlarına kaba analojilerle yalancı şahit bulma yolunu tutarlar. Bunlardan ikisi ise Yılbaşı-Nardugan ve Noel Baba- Ayaz Ata yakıştırmasıdır.
Değiştirilmiş, tahrif edilmiş hatta uydurulmuş bir takvime (miladi) dayanarak kutlanan yılbaşı merasimlerine, binlerce yıllık Türk tarihi boyunca rastlanmaz! Bu sözleri şu yazıyı yazarken ben uyduruyor değilim. Ciddi tarihçilerimiz ve sosyologlarımızın saha araştırmasına dayalı bilimsel tespitleri bu yöndedir. Prof. Dr. Ahmet Taşağıl Hoca’nın Türk tarihinin temel kaynaklarından Çin yıllıklarını didik didik ettiğini sağır sultan dahi duydu. Ömrünü bu yolda harcayan büyük tarihçimiz ne diyor bu konuda?
“Nardugan dedikleri yılbaşı Türklerde yoktur, hiç bir kaynakta geçmez. Türklerin kutladığı yıl dönümü birinci cemre dediğimiz 19-20 Şubat’a de denk gelir. Bu Hun’lardan itibaren hükümdar sarayında kutlanır. Ayaz Ata dedikleri ifade aslında Rusçadaki Ded Moroz’un (buz baba) tercümesidir. Hıristiyanlık kültürü altına girmiş Türkler tarafından kutlanmaktadır. Ama Nardugan diye bir yılbaşı Türk’lerde yoktur! Türk kültürü çok zengindir, o yüzden var olmayan şeyler uydurmanın hiç gereği yoktur. Çam ağacının da yılbaşı ile hiçbir ilgisi yoktur; Frig’lerden gelen bir pagan kültür unsurudur.” (Cansu Canan’ın Prof. Dr. Ahmet Taşağıl röportajı)
Gelelim Prof. Dr. Mustafa Aksoy’un yazdıklarına: “Doğu Türkistan dâhil Türk Cumhuriyetleri ile Rusya’daki Türk Özerk Bölgeleri’nin tamamında araştırma yaptım. Nardugan ya da çam bayramı diye bir bayrama rastlamadım. Yakutistan’da iki defa bulundum. Buna rağmen Saha Türklerinden ve Saha’nın (Yakutistan) en büyük basın kuruluşlarında görev yapan bir arkadaşa aşağıdaki soruyu sordum. –Kardeşim Saha halkının Nardugan adında bayramı var mı? Varsa bu bayram ne zaman kutlanıyor? Gelen cevap: Abi araştırdım. Öyle bir bayram yok!” (X’te paylaştığı iletiden)
Demek ki neymiş? Batıcılaşma hastalığına yakalanmamak lazımmış; bu hastalığa yakalanmak ile eşeğin çamura çökmesinin aynı şey olduğunu bilmek lazımmış, bir. Bin yıllık kültür geleneğimizin kodları ile batının hastalık yaratan fonlarına dayanarak Türkçülük yaptığını zannedip bu kodları değiştirmeye kalkmamak lazımmış iki. Eşek bile çamura iki kere çökmezmiş, üç!
Emmioğlu da uçtu!
“Ben de bu dağların nesine geldim? Meleşir kuzular sesine geldim. Bir garip ölmüş yasına geldim” Türküsüyle gönülleri bir kere daha fetheden Yörük ananın Türk milliyetçisi oğluydu. Arabesk müziğin ağustos güneşi gibi her şeyi kavurduğu bir dönemde oyuna girdiği için Türkülerini arabeskleştirerek söylüyordu. Ama onun yanık gırtlağında bir çoban kavalının nağmelerini sezen hayranları o kadar büyük bir sevgi ile etrafına sarmışlardı ki, konserlerine gelen yüz binlerce kişi eserlerini hep bir ağızdan söylüyor o da sevgiyle onları seyrediyordu!
Müslim Gürese, Orhan Gencebay gibi babalar da kitlelerle büyük bağlar kurmuştu ama Ferdi Tayfur’unki biraz daha farklıydı. O farklılık sözlerindeki halk tipi arifanelik, halk şiirinin zarif sanatları ve tabii ki, halk müziğimizin binlerce yıllık damarından süzülen söyleyişlerdi. Müslim Baba’yı ayrı bir yana koyarsak, Orhan Gencebay ile onu kıyasladığımda Gencebay’ın “varoşlarda yaşayan bir kentli”, Ferdi Tayfur’un “kente göçmüş bir Yörük” olduğunu söylemek icap eder. Ve her ikisi hakkındaki bu ifade de dönemin sosoyal-kültürel yapısı hakkında bir tespittir!
Barış Manço vefat ettiğinde Cem Karaca’nın “Bir yarımı kaybettim. Şimdi bu dünyada kendimi daha yalnız hissediyorum” mealindeki sözüyle içimizi dağlamıştı. Sanıyorum ki, Ferdi Tayfur hayranları onun ölüm haberini alınca aynı şeyi hissetmişlerdir. Allah’tan rahmet diliyorum.
Callas (!) gibi bir film
Komşunun güzel sesli kızı Mari Callas’ın son bir haftasını anlatan “Maria” 10 üzerinde 6-6.5 ile notlanmış bir film. Evet, ortalama bir film olmuş, verilen bütün emeğe rağmen...
Film bağlamında: Genç kızlığında kısa, tombul ve çirkince bir kadın olan Maria'nın daha sonra nasıl uzun boylu ve kocaman elli, upuzun parmaklı "update" edilmiş bir kadına dönüştüğü galiba ortalama filmlerin başaracağı bir yetersizlik!
Yönetmen şanssız mı desem, nasipsiz mi desem (yetersizliğini ima ettim) bilemedim. Çünkü Haluk Bilginer gibi bir oyuncuyu bulmasına rağmen değerlendirememiş olması acıklı bir fırsat kaybı! Ben olsam (!!!) senaryoyu değiştirip Callas-Onasis hikâyesi çekerdim!
Filmin en hınzır sahnesi, President Kennedy ve Maria Callas'ın sohbet ettiği sahneydi! On yedi bin üniversite mezunu CIA istihbaratçısının son teknolojiyi kullanmalarına rağmen, "Jacqueline beceriksizliği" bahsi çok iğneleyici bir imâ ve çok sert bir hicivdi. Sözümüzü “Film sinemada seyredilir” mottosuyla bitirelim…