Na’ra ve edebiyata yansımaları..

Na’ra (ya da nâra) “Yüksek sesle uzun uzun bağırma” anlamına geliyor bilindiği üzere...

Bir dışavurum, bir ileti, bir caka...

Türleri var; sarhoş na’rası, savaş na’rası, sporcu na’rası, tarikat na’rası, kabadayı na’rası gibi...

Na’ra Osmanlı’da savaş ve yangın hallerinde atılırdı daha çok. Yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içinde “na’racı” adı verilen gür sesliler bulunurdu. Bunlar uran türü sözleri yüksek sesle söyleyerek halkın dikkatini çekerlerdi.

Sporcu na’ralarının en önemlisi ise yağlı ve karakucak güreşte atılan “Hayda bre pehlivan!” na’rasıdır ki buna “Haydalama” denmektedir. Haydalama bir başka ata sporumuz olan atlı ciritte de bulunur. Cirit atılırken ya da rakibe laf atmak amacıyla na’ra savrulur. Bu bağlamda yıllar önce yazdığım o dizeler geliyor dilimin ucuna:

“Davuldan at’a dörtnala ritmi

Coşturur biniciyi zurna sesleri

Na’ralar ve kişnemeler yüzyılların nefesi”

Savaş na’rasına gelince; tarihin ilk ve en eski psikolojik savaş silahıdır. İlk çağlarda hayvan sesleri taklit edilerek atılan na’ralar, daha sonraları uyaklı seslere ve dinsel ve milli içerikli uranlara dönüşmüşlerdir. ( “Allah Allah” ve “Hurra” gibi)...

Na’raların edebiyata yansıması deyince, Köroğlu ve gümbür gümbür na’rası gelir hemen aklıma:

“Top atılır kal’asından

Hak saklasın belasından

Köroğlu’nun na’rasından

Dağlar gümbür gümbürlenir”

Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Malazgirt Marşındaki na’rası, gök gürültüsüne benzer:

“Na’ramızdır bugün gök gürültüsü

Kanımızdır bugün yerin örtüsü

Gâzi atlarımın nal parıltısı

Kılıçlarımızdır çakan şimşekler

Ya Allah, Bismillah, Allahuekber!”

Ve Ömer Seyfettin’in “Başını Vermeyen Şehit” öyküsü... Oradaki na’ra bellekte yer eden bir na’radır. Okuyalım:

“Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı... Elli altmış adım kadar kendisinden uzaktı... Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu. (...) Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş, kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda, bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atına sıçradı. Kaçacaktı... Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağınyor,

- Mehmet, Mehmet!.. Canını verdin!.. Bâşını verme Mehmet!..

Bu na’ra o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki... Kuru Kadı: ’Vah Deli Mehmet’miş!’diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki... Lanetli hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet’in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı’dan başka kimse görmemişti. Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,

- Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı.

Sonra Kuru Kadı’ya doğru koşarak sordu.

- Nasıl, gördün mü bu civanı?”

Yazarın Diğer Yazıları