Müyesser Yıldız "adalet orucu" tutuyor
Tutuklu gazeteci 13 Mart’tan bu yana cezaevinden verilen yemekleri yemediğini açıkladı.
Demokrasinin var olduğu herhangi bir ülkede olsaydık davul zurna etkisi yaratırdı bu yazdıklarımız; duyanı hoplatırdı! İleri demokraside olduğumuzdan sinek vızıltısı sayılıyor; duyanlara birşey olduğu yok da duyuranlar bir şaplakla kolsuz, kanatsız, sessiz, sedasız bırakılıyor!
***
Haber merkezinden “Müyesser Yıldız yemek yememeye başlamış” dediklerinde bir şey koptu içimden. Devletten yemek değil adalet beklediğini vurgulamak için böyle bir çözüm üretmiş kendince... Sadece kendi parasıyla cezaevi kantininden aldıklarıyla besleniyor.
Laf olsun, okuyucuda duygusal bir hava oluşmasına katkı sağlasın diye yazmıyorum bunu... İnsanın “içinin cız etmesi” diye bir hal vardır ya; şimdi ben öyle bir hal içindeyim. “Empati”ye teslim ettim ruhumu; kanım dondu! Ya yerinde olsaydım... Hayatımın son 379 günü buz gibi bir hücrede geçseydi... Tek başına... O şimdi benim “ne halde olurum” tahmin etmeye dahi katlanamadığım o halde!
“Dağ gibi” Nedim Şener’in nasıl eridiğini gördünüz değil mi? Müyesser Yıldız dediğiniz “bir yudum insan” ya, bir yudum... Şener’i eriten, onu bitirir! Suçlu olsa “cezasını neyse çeksin” dersiniz belki... İyi de Yıldız suçluluğuna hükmedilmiş biri değil ki! Çıktığı her duruşmada “ben niye buradayım” diye soran, daha neden orada olduğunu bile öğrenememiş bir insan ne kadar dayanabilir Şener’in “eziyet çekiyor” dediği “tecrit” koşullarında “cezalandırılmaya” !
***
Avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamada bir yıldır cevap alamadığı soruları -bir kere daha- hatırlatmış umutsuzca:
- Hakkında tazminat davası açtığım ve kazandığım bir Cumhuriyet Savcısı beni gözaltına aldırıp tutuklatabilir mi? O tazminat davasının konusu olmuş görüşmeleri “suç delili” yapılabilir mi?
- Sözde iddianameye göre benden daha çok “suç” işlediği öne sürülüp, hakkında benden daha fazla ceza istenen İklim Ayfer Kaleli tutuksuz yargılanırken, neden ben tutukluyum?
- Bilgisayarımda bulunduğu iddia edilen dijital verilerle ilgili ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği Fakültesi öğretim üyelerince verilen uzman raporunu 24 Ekim 2011 tarihinde 16. Ağır Ceza Mahkemesine sunmamıza rağmen neden mahkemeye 5 ay sonra Mart ayında TÜBİTAK bilirkişilerine gönderilmiştir? İnsan özgürlüğünün 5 ay değil, 5 saniyesinin bile bedeli var mıdır?
- Hakkımda yegane “suç” delili sözde bir takım “dijital veriler” ise ve bunlarında “şüpheli” olduğu ortadayken, daha hangi delillerin arandığından ve “delil karatma şüphesinden” söz edilebilmektedir?
Eklemek istediğim bir tek soru var bunlara. At izi it izine karıştığı için, ben artık bu sorunun muhatabı kim kestiremiyorum, ama her kimse bu vebalin taşıyıcısı cevap versin: Bu nasıl bir hukuk, nasıl bir adalet, nasıl bir iktidar, nasıl bir rejim, nasıl bir devlet anlayışıdır ki, suçluluğu ispat edilene kadar masum sayılması gereken bir insanı en temel haklarından men yetkisi görebilir kendisinde?
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 17. maddesi “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir” dediğine göre, kimin gücü yeter bu anayasal güvenceyi yok saymaya?
Ha, bu anayasa nasılsa artık tedavülden kalkacak diyenler varsa buyrun bu da sizin için daha makbul olduğunu sandığım Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. Maddesi: “Herkesin yaşam hakkı yasanın koruması altındadır.”
***
“Eskiden insanların hak ve hukukuna, onuruna tecavüz edilmesi denince akla polis gelirdi. Şimdi ise polis copunun yerini hukuk copuna bıraktığını ve insanların hak ve hukuklarının, onurlarının kişiliklerinin hukuk marifetiyle iğfal edildiğini ve haksızlıklara maruz kaldıklarını görüyoruz” diyor Müyesser Yıldız... Oysa İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 5. maddesine göre “Hiç kimse işkenceye, zalimane, gayriinsani, haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere tabi tutulamaz” buna imza atan ülkelerde!
***
“Adaletin cenaze namazı kılındı” dediği 14 Mart’taki duruşmayı bakın nasıl anlatıyor Yıldız: “Son duruşmayı dikkatle izleyenler nasıl bir film çevrildiğini, bizlerin nasıl figüran yapıldığını gördüler. Sadece iki sanık heyet tarafından çapraz sorgu işlemine tabi tutulurken, biz diğer sanıklara ise sık sık acele et uyarısı ile 5’er dakika talep için süre verildi. En az iki gün sürecek duruşma planlanmış iken, ani bir kararla bir günde ‘oldu da bitti maşallah’ denildi. Gerekçe, ne demekse mahkeme heyetleri oluşmamış. Heyet Ankara’daki seminere gidecekmiş. O seminer 3 ay mı sürecek ki bir sonraki duruşmanın tarihi 18 Haziran olarak belirlendi.
Son duruşmada ‘imaj’ serbest bırakılmış, ‘terörist, tecavüzcü’(!) içeride tutulmuştur. Cumhurbaşkanı Gül, Tunus’a giderken talimatı verdi; ‘Basın davaları imajımıza zarar veriyor’ işte 16’ıncı Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki cenaze namazının özeti budur.”
Ben sussam gönül razı değil, söylesem tesiri yok iklimindeyim... Bu yüzden söz yine “ilkeler”in. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 7. Maddesi diyor ki;
“Kanun önünde herkes eşittir ve farksız olarak kanunun eşit korumasından istifade hakkını haizdir.”
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre bir sanık “en azından” “Kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa zamanda, anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek, savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak” hakkına sahiptir...
***
Şapkadan tavşan çıkarılmasını filan istemiyor... Bir ilüzyon, sihir, mucize beklemiyor... Sadece en temel haklarını, hukuki olarak da, insani olarak da, vicdani olarak da, ahlaki olarak da “hakkı” olanı istiyor Yıldız. Bu devlet bir insanın “hakkı”nı teslim edemeyecek hale dönüştürüldüyse bence de yeni bir anayasa elzem; ilk maddesi “Burası zinhar hukuk devleti değildir” olmak şartıyla!
***
Müyesser Yıldız üşüdüğünü söylediğinde cezaevi önünde nöbet tutan asker eşleri yün kazak örüp göndermişlerdi içeriye... Kaz tüyünden yorganlara sarsanız, soğuk betonun kuşatması altında kalan bir yürek ne kadar ısınabilir!
Şimdi, yemediğini duyunca kolları sıvayıp mutfağa girmeye hazırlananlar olacak biliyorum... Boşa uğraşmayın; ballı böreğe, çöreğe değil ki Müyesser Yıldız’ın açlığı; adalete! Onun pişirildiği mutfak da başka “şef”lerin ellerinde!
“Akbabanın Üç Günü”nden beter
Nedim Şener...
Ahmet Şık...
Coşkun Musluk...
Sait Çakır...
Parmaklıklar arkasında geçen 375 gün...
Bir hukuk sistemi...
Ve tüm bir toplum!
Sivas’taki insanlık suçu...
Yakılarak katledilen 35 can...
Zamanaşımından düşen dava...
İktidardaki sanık avukatlarının makam, mansıp listeleri gazete sayfalarında...
Bir hukuk sistemi...
Ve tüm bir toplum!
CIA Başkanı General Petreaus Ankara’da...
Başbakan’la halvet...
Suriye’nin, Türkiye’nin, bölgenin, dünyanın kaderi üzerine temaslar.
Bir dünya düzeni...
Ve tüm bir toplum!
Meclis’teki komisyonda iktidarın yumrukları...
Sözde “eğitim reformu” ...
Şiddetin ve baskının egemenliğinde oylanan “eğitim reformu” tasarısı...
Bir eğitim sistemi...
Ve tüm bir toplum!
Şantiye çadırında çıkan yangında ölen 11 işçi...
Ölümden sonra yapılan sigorta...
Bir emek sömürüsü düzeni...
Ve tüm bir toplum!
Ercan İpekçi...
İşçi hakları için açlık grevi yapan bir sendika başkanı...
Baskı altında bir sendikal yaşam...
Ve tüm bir toplum!
Silivri davaları...
Tutuklu askerler, siviller ve öğrenciler...
Ayları yılları aşan tutukluluk süreleri...
Bir hukuk sistemi...
Ve tüm bir toplum!
***
İzliyoruz, rahat koltuklarımızda...
İhaneti, ihbarı, komployu, dürüstlüğü, direnişi...
Bir film izler gibi:
Türkiye’nin Üç Günü:
Gerilim içinde buruk mutluluk!
Emre Kongar / Cumhuriyet
Gerçek Müslüman’ın vicdanı vardır
“Mutlaka arar” diyordum.
İçimden bir ses “O arayacak” diyordu.
Aramış...
Dün Ayşenur Aslan’ın programında açıklandı.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, cezaevinden çıkan Nedim Şener’i aramış.
İki yıldır yazıyorum. Gerçek Müslüman’ın vicdanı vardır.
Haklıymışım. Varmış...
Ben onun hep samimi olduğuna inandım.
Nedim Şener inanmış.
Dün Ahmet Şık için “Cezaevinden çıkışın asaleti olurmuş” diye yazdım.
Dışarıda kalmanın da asaleti varmış. Günümüzde bazı insanların, arkadaş yakınlarının cenazelerine bile gelmeye korktuğu şu dönemde bu insani dokunuşlar hepimize iyi geliyor. Bitmeyen yaralarımızı saracak olan, içimizdeki intikam tamtamlarını susturacak olan duygu işte budur...
Ertuğrul Özkök / Hürriyet
Milli Görüş’ten “camia”nın sözcülerine sert çıkış
Milleti ahmak mı sanıyorsunuz!..
Lafı dönüp dolaştırıp 28 Şubat sürecine getiriyorlar!
Ve tıpkı o günlerde yaptıkları gibi yine mağdurlara çatıp, mağrurları aklamaya çalışıyorlar!
O dönemde hükümetin hata üstüne hata yaptığını iddia ediyorlar!.. Ve camianın hem önde gelen isimleri hem de liderleri o dönemde mağdurların yanında yer alıp bir kardeşlik gösterisinde bulunmak yerine mağrurların yanında yer alıp o dönemin hükümetine karşı tavır almayı tercih etmişlerdi!
Şimdi bu gerçek kendilerine hatırlatıldığı zaman hiç utanıp sıkılmadan bunun dayatmacılara bir destek olmadığını aksine onların oyununu bozmak için atılmış bir adım olduğunu söylüyorlar! Demokrasiyi korumak için böyle davranmışlarmış! Bu arkadaşlar sadece kendilerini akıllı milleti ahmak sanıyor olmalılar!
(...)
Kimilerine göre cemaatin, kendilerine göre ise camianın sözcülerinin ne dediklerinin farkında olup olmadıklarını gerçekten merak ediyoruz! Hiç olmazsa bugün aynı yolun yolcusu kardeşlerinin yanında yer alabilseler! Maalesef onu da beceremiyorlar!
Zeki Ceyhan / Milli Gazete
“Anlayana” Foucault (!)
Daha dün yazdım:
“Bugün sorun Balyoz davasındaki kimi şüphelerin, Şık ve Şener’in durumunun, KCK’nın kapsamının, MİT krizinin işaret ettiği gibi, bu arınma sürecinin kendi tıkanıklıklarını, haksızlıkları, çatışmalarını üretmeye başlamasıdır. Onun içindir ki, bugünün birinci meselesi temizliği temiz ve meşru bir zemine oturtmaktadır...”
Biliyorum, keskin inançlar karşısında, algı boşluğunu doldurmak kolay değil... Tarafları unutturmak, ilkeleri hatırlatmak kolay değil...
Bir süre önce yaptığım bir alıntıyla, Foucault’un sözleriyle bitsin yazı:
“...’Bir toplumun ya da topluluğun çıkarları gerektiriyorsa, hiçbir ölüm, cinayet, çığlık, mağduriyet, haksızlık, gayrimeşruluk önem taşımaz...
Benim ahlakım bunun tersidir... Hayata bakışım, tek tek ve her özgürlük arayışına saygılı, insani, hukuki, evrensel değerleri tahrip eden her iktidara karşı tavizsiz olma üzerine kuruludur.
Bu, basit, ama zor bir tercihtir... Ama demokratik tercih budur’...” Anlayana...
Ali Bayramoğlu / Yeni Şafak
Hedefinizde “ahlakî erdem ve olgunluk (kemâl)” varsa, bu “güzel hedef”e “kötü yol ve araçlar”ı kullanarak varamazsınız. Eğitimde kullanılan yöntem ve araçlar (alât) kötü olduğu gibi, hedefi de yanlıştır, zaten hedefinde ahlakî olgunluk (kemalât) yoktur.
Ali Bulaç / Zaman