Musalla taşındaki kalemin başında...

Ölüm haberi aldığımda böyle olurum genelde ben... Çok sevdiğim kişilerin kaybını öğrendiğimde;
Mesela yoklukları bir boşluk oluşturacaksa,
Mesela o boşlukta kaybolmak gibi bir tehlike varsa ufukta,
İşte öyle zamanlarda, böyle bakakalırım ekrana!
“Ne yazacağım” dan çok daha tehlikeli olan “ne için yazacağım ki” duygusu kaplamaya başladığında içimi;
Alır bilgisayar kucağıma, hiçbir şey yapmadan dururum şimdiki gibi.
Bir kahve daha içeyim... Aaa haber başlamış; onu izleyeyim... Twitter’da mesajlar birikmiş cevap vereyim; küstürmeyeyim... İlham verir belki biraz bahçedeki gülü izleyeyim... Sonra her durumda gülümsetebilen birkaç dostla telefon görüşmesi...
Vee...
Hazır değilim ama saat yazıdan kaçamayacağım “son dakika”yı gösterdiğine göre kalksın bakalım o kendini salmış kollar, klavyenin üstünde son sürat koşmaya başlasın sabahtan beri tembellik eden parmaklar.


***


İlk bakışta hemen her güne bir tane düşen “kovulan gazeteci” haberlerinden biri gibi Mustafa Mutlu’nun da işine son verilmesi.
Ama işte bizim yerimize geçtiğinizde, satırlarınızın aktığı ekran bir anda “aslında ne olduğunu” gösteren sihirli aynaya dönüştüğünde;
Boşa değil beni esir alan bu “yas” hali;
Karşısında saf tuttuğumuz şey gazeteciliğin cenazesi.
İnanç dünyamızın her alanına sirayet ettirdikleri yozlaşma burada da egemen olmuş ki; bekletilmemesi gereken o cenaze neredeyse 11 yıldır musalla taşının üzerinde... Ve canice, soykırımcılara yakışır tarzda, hemen her ayla başladı, her hafta, artık her gün yeni “naaş” lar konuluyor tabutun içine; belli ki bir yerlerde bir “toplu mezar” kazıyorlar hepimize.


***


Necati Doğru... Bekir Coşkun... Can Ataklı... Rahmi Turan... Emin Çölaşan... Uğur Dündar... Ayşenur Arslan... Mine Kırıkkanat... Özdemir İnce... Oray Eğin... Ferai Tınç... Cüneyt Ülsever... Burhan Ayeri...
“Gidenler” in listesi öyle uzun ki çoktan alışmış, kanıksamış, kalem kırığının ağrısına bağışıklık kazanmış olmam gerekirdi değil mi?
Mustafa Mutlu gecenin bir yarısı Halk TV’de “gazetecilik benim tek geçindiğim şey” diye haykırdı ya; hiçbir şey değil işte bu tek cümle altüst etti beni.
Susturmak değil, konuşturmamak, yazdırmamak değil; anlayın artık ne olur yaşatmamaya çabalıyorlar bizi! Tek bizi değil; onlardan olmazsanız sizi de!
Ne demek yanaşmanın birinin kaprisi yüzünden ekmeğini elinden almak birinin, “açlığa mahkum etmeye” kalkışmak ne demek;
Zulüm mü arıyorsunuz Şam’a, Tahrir’e gitmeyin burnunuzun dibinde işte!
Bir gazeteciyi gazetesiz bırakmak; hayatını sürdürme yolunu tıkamak ne demek?
Düpedüz cana kast etmek!


***


Mübalağa değil sabaha kadar uyku girmedi önceki gece gözüme;
Sebep olanlar “kul hakkı” yedikten sonra uyuyabilmişler midir gerçekten de horul horul, gerine gerine!
Zor bekledim saatlerin geçmesini; ertesi gün/dün ilk iş Mustafa Mutlu’yu aradım;
Ağzından laf almak, manşet çıkarmak için filan değil ha... Sırf sesini duymak için. Dev medya holdinglerimiz, milyon tirajlı gazetelerimiz olmasa bile onun için dualarımız, iyi dileklerimiz olduğunu bilsin diye.
“Üzgünüm” dedim.
“Üzülme” dedi;
“Üzülecek bir şey yok... Bitmedik, çok şey yazacağız, çok şey yapacağız daha...”
Cezaevlerine, mahkeme salonlarına gidişlerimizde güya “içeride tutsak” gazeteciler, biz güya “dışarıda hür” olanlara cesaret, inanç aşılıyor ya her seferinde; Mutlu da, “kovulan” o olduğu halde hâlâ yazan bana moral vermeye çalıştı sohbetimiz süresince!
Halk TV’de söylediklerini tekrarladı:
“Namussuzluk, hırsızlık, şerefsizlik yapmadım ki...”
Babasının sözüymüş bu.
Konuştuk biraz; ve sözleştik daha çok da konuşacağız.
Gün gelecek konuştuklarımızı uzun uzun yazacağız; sizi da tanığı yapacağız...
Ama bugünlük veda vakti;
Gazetelere, dergilere, bloglara, sosyal medyaya, dövizlere, pankartlara, afişlere, bahçe duvarınıza, sahildeki kumlara, yaşlı bir ağacın gövdesinde, okulda sıranıza... Her nereye, her ne yazıyor olursanız olun, o yazdığınızın pranga vurulmamış son sözünüz olabileceğini aklınızdan çıkarmayın. İçinizde söylenmemiş bir tek söz dahi bırakmayın... Yarın ölecekmiş gibi yaşa derler ya, yarın susturulacakmış gibi konuşun, haykırın...
En azından, kaleminizi o musalla taşına yatırdıkları gün; hiçbir “gerçek”, hiçbir “doğru” borcunuz kalmaz insanlığa... En azından bu iç huzuruyla doyurmaya çalışırsınız ruhunuzu işsiz bırakıldığınızda!

Yazarın Diğer Yazıları