Muhibbicilik ve mandacılığın yükselişi!
Bundan yirmi yıl öncesinin Türkiye’sinde ideolojik, dini ve milli referanslarla tezlerini dillendiren gruplar vardı. İdeolojik gruplar tezlerini sağ, sol ya da liberal düşünürlerin görüşlerine dayandırarak savunurlardı. Dini gruplar dinsel metinler ya da büyük din adamlarının düşüncelerinden yola çıkarak tezlerini ileri sürerlerdi. Milli ya da ulusalcı gruplar da görüşlerini milli mücadeleye, Atatürk’e ve Cumhuriyet felsefesine dayalı olarak açıklarlardı. Küreselleşmeyle birlikte önce referanslar değişti. Bir anlamda bütün gruplar yeni güç merkezlerine ve onların yaydığı ya da dayattığı gerçeklere dayalı olarak dünyayı yorumlamaya başladı.
Türkiye’de bu bağlamda bazen açıktan, bazen da dolaylı olarak-yalnızca iki merkeze dayalı açıklamalar “meşru” ilan edildi. Bu merkezlerden birisi AB, diğeri de ABD’dir. Doğal olarak da Türkiye’de siyasiler arasında AB’ci ve ABD’cilerin sayısı Kurtuluş Savaşı öncesindeki “Muhibbi” ve “Mandacı” ların sayısını katladı. Entelektüellerin durumu daha da vahim bir hal aldı. Onların “herkesle her şey olmak” gibi bir gelenekleri vardı. Kısa süre içinde “Ermenici, Rumcu, azınlıkçı, mezhepçi, etnikçi ve bölücü” olarak sanal ve sahte âlemde yerlerini aldılar.
Durum giderek vahim bir hal aldı. Öyle ki hayatı, Amerika’ya karşı olmakla geçmiş bir başbakan bile sonunda “ABD için doğru olan bizim için de doğrudur” deyiverdi. İş, bir başbakan danışmanının “Bizi süpürmeyin, kullanın” noktasından Amerikan projesi olan “BOP’un eşbaşkanlığı” noktasına kadar götürüldü. Bu tür bir siyasi tavır aslında referansı ABD olanların anlayışlarının bir kısmını simgeler.
Türkiye’de ikinci tür meşruiyet kaynağı da AB’cilikte aranmıştır. AB’ci zihniyet için ise Türkiye’de iktidarlar amaç olarak AB’nin öngördüğü reformları uygulamak ve hayata geçirmeyi almışlardır. Bu zihniyetin belirleyici özelliğini ise “AB olmadan, onun baskısı ve sopası olmadan biz adam olamayız!” cümlesi özetler.
Emperyalizmle omuz omuza!
Her iki anlayışında bu bağlamda aşması gereken handikap “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” söyleminin özetlediği milli egemenlik kavramıydı. Bu söylem de özünden ve amacından soyutlanarak çarpıtıldı: Atatürk “Batı’yı işaret etti” diyerek aslında Atatürk’ün bir anlamda “AB’ye girmek için Türkiye’den Avrupalı güçleri çıkardı” görüşünün dile getirilmesini sağladı. Bu bağlamda egemen zevat, “bağımsızlık” ve “egemenlik” gibi kavramların günümüz gerçekleriyle bağdaşmadığı tezini ileri sürdüler. Bu nedenle de AB’ye üyelik, Gümrük Birliği ve Tahkim’le ilgili tartışmalar sırasında bir anlamda Türkiye’nin “tek yanlı egemenlik hakkının devri” söz konusu oldu. Türkiye olarak söz hakkınızın bulunmadığı bir birliğin aldığı kararlara uymak zorunda olmak, ülkeyi yönetenler için egemenliği zedeleyici olarak görülmedi. Bağımsızlık onlar için eskimiş bir kavram, “Atatürk ilerlemeye değil, gerilemeye tekabül eder”, o nedenle resmi duvarlardan indirilmelidir.
Bu nedenle de “ulusalcılık” tehdit, ulusalcılar ise tehlikeli görüldü. Aynı zamanda İngiltere yurttaşı da olan bir bakan bunun bir anlamda “Türkiye’de küreselcilerle milliyetçiler arasında” bir mücadele olduğunu söyleyerek ifade etmiş oldu. Bu bakan milliyetçilere karşı emperyalizmle nasıl omuz omuza verdiğini de ABD’de anlattı. Bu gelişmeler sonucundadır ki, ulusalcı ve milliyetçi kesimlerin sinir uçları bu mücadele temelinde kriminal vakalarla ilişkilendirilerek etkisizleştirilip içeri alındı. Dışarıda kalanlar da “telekulak” denetimi altına alınarak siyasette sindirildi, medyadan da tele sürgün edildi. Sözde “ezber bozan” ezberciler, Ermeni dalkavukluğu yapan aydınlar, pusulası olmayan siyasetçiler, federasyoncu bölücüler bu iklimin ürünüdür. Doğu cephesinde değişen, yalnızca muhibbicilik ve mandacılığın boyutlarıdır. Hepsi bu kadar.