MİT’te ne oluyor? (2)
Oslo süreci ile ilgili olarak henüz bilinmeyen, anılan protokollerin içeriği konusunda Başbakan Erdoğan’ın bir müzakere çerçevesi çizip çizmediği veya görüşmelerin gidişinden haberdar olup olmadığıdır. Ancak KCK davasını yürüten polislerin ve savcıların ortaya çıkardığı bu durum, artık meselenin üstünün kapatılmaz hale geldiğini göstermektedir. İddialar çok vahimdir. Bu iddiaların büyük bir bölümü doğru da olmayabilir. Ancak buna ancak yine yargı karar vermelidir.
Hukuk devleti, idarenin bütün işlemlerinin yargı denetiminde olduğu devlettir. İstihbarat operasyonlarına en geniş alanı sağlayan ABD’de bile hukuk istihbaratı kontrol eder. Başkan Reagan’ın emri ile İran’a silah satarak elde edilen kârı Nikaragua’da sosyalist hükümet ile savaşan kontraların finansmanı için kullanan Yarbay North cezalandırılmıştır. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Başbakan Erdoğan daha kısa bir süre önce “Millet yargıya el koymuştur. Artık o bildiğimiz militan yargı kalmamıştır” açıklamasını yapmıştır. Erdoğan’ın açıklaması doğru ise AKP Hükümetinin son birkaç günde yaptıkları “milleten ve yargıdan adam kaçırmaktan” başka bir şey değildir. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Dışişleri Bakanı A. Davutoğlu, Milli Eğitim Bakanı.. soruşturmadan dolayı yargıyı, iyi niyetli olmamak, görev yerine getirilenin suçlanamaması gibi gerekçeler ile eleştirmişlerdir. Hatta TSK’nın başkomutanı olan Cumhurbaşkanı Gül, Türk Ordusu’nun 50 generali ve amirali tutuklanırken susmuş, ancak MİT soruşturması başlayınca müdahil olmuş, açıklama yapmıştır.
3. Yargı reformu paketine eklenen bir madde ile TSK’ya ait birliklere bundan sonra özel yetkili savcılara komutan izni olmadan baskın yapma ve arama izni vermeye hazırlanan AKP Hükümetinin şimdi “Özel yetkililer yetkilerini aşıyorlar” suçlamalarında bulunmaları, nasıl bir adalet anlayışının Türkiye’ye hakim olduğunu göstermektedir. Ardı ardına bu ülkede Silivri Hukuku, Deniz Feneri Hukuku, Habur Hukuku gibi adil olmayan, farklı, adamına göre hukuk üreten AKP, şimdi de kişiye özel MİT Hukuku üretmek çabası içindedir.
Bütün bunlar dışında sorgulanması gereken ikinci husus ise yaşadığımız sürecin hukuksal nedenler dışında neden yaşandığıdır? Esasen böyle bir tartışmanın hukuk sistemimiz üzerinde ne kadar ağır bir zan ortaya çıkardığı ortadadır. Eğer bir yerde şüphe var ise savcıların harekete geçmesi normaldir. Bunun başka bir nedeni olamaz.
Bazılarının yaptığı gibi yaşanan gelişmeyi cemaatin temsil ettiği güvenlikçi anlayış ile AKP’nin temsil ettiği Kürt Açılımına dayanan müzakereci anlayışın çatışması olarak yorumlamak mümkün değildir. Çünkü her ikisi arasında müzakerelere yaklaşım konusunda en ufak bir fark yoktur. Sorun eğer Kürt Açılımı konusunda da değil ise nerededir?
Bu konuda değişik platformlarda ileri sürülen görüşleri şimdiye değin en iyi formüle eden, “evet-ama” gibi kavramların arkasına sığınmayan AKP Hükümetine yakın Yeni Şafak gazetesinde yazan liberal gazeteci Ali Bayramoğlu, yaşanan süreci şöyle izah etmektedir: “Nitekim, Ergenekon, KCK ve asker meselesine ilişkin tüm adli soruşturmalar genel ve sistematik takip yetkisine sahip” polis istihbarat birimleri” tarafından yürütülmekte, gerek politik kimlikleri gerek hukuki konumlarıyla savcılar “yönlendirici ve denetleyici” değil, “onaylayıcı ve meşrulaştırıcı” bir işlev görmekte, polis-yargı ikilisi bu yolla pek çok konuda adeta politika üreticisi haline gelmektedir. Daha da öte, bu yapı Ergenekon, Balyoz, KCK gibi soruşturma ve kovuşturmalarla güçlenmekte ve sınırları aşan güç kullanma imkânlarına kavuşmaktadır. Nitekim “asayişçi anlayış” onların zihniyeti kadar, varoluş ve güçlenme araçlarını ifade etmektedir. Ve ülkedeki otoriterleşme eğiliminin kaynaklarından birisini oluşturmaktadır (...) Yine açıktır ki, Ergenekon, Balyoz gibi davalar üzerinden götürülen değişim süreci, eski aktörlerin önemli ölçüde tasfiye olmasına rağmen, özellikle 2010’dan itibaren adli süreçlerle daimi kılınmaya çalışılan bir güvenlik politikasına teslim olmuş ve polis-yargı yargı cihazına teslim edilmiştir. Bunların önemli sonuçları olmuştur.
1. Güvenlik birimleri ile siyasi nitelikli dosyalar üzerinden siyasi karar verici haline gelen yargı, aşırı güçlenmiş ve değerlenmiştir. Özel yetkili mahkemeler ve savcılıklar düzenlemesi gibi yasal yetkiler ve geniş hareket alanıyla, otonomlaşma eğilimi kazanmıştır. Bunun kadar önemli bir durum da, bu “yeni iktidar merkezi”nin belli bir siyasi grup ve anlayışla üst üste oturması ve onun tarafından kontrol edilmesi olmuştur. Bu grup güvenlik birimleriyle, yargısı, polisi, basındaki sağa sola dağılmış kalemleriyle toplumsal ve siyasal güç kavgasına girişmiştir. Bugün gelinen noktada daha çok pay istediği siyasi iktidarı karşına almıştır. Ergenekon, Balyoz ve KCK türü davalar üzerinden güçlenen, “polis ve yargı çarkı”nın keyfi ve hoyrat uygulamalarının, elindeki gücü siyasi bir cihaz haline çevirmesinin ve siyasi alana girmesinin kökü bizce burada yatmaktadır.
Bayramoğlu yazısını şöyle bitirmektedir: “Ve siyasi iktidara düşen iki acil ve büyük iş var. İlki bu otonom gücü tasfiye etmek, yargı-siyaset, emniyet-yargı ilişkilerini demokrasi ilkeleri üzerine oturtmaktır.” AKP Hükümetinin de Bayramoğlu’nun arzu ettiği şekilde hareket ettiği anlaşılmaktadır. Savcı S. Sarıkaya’nın KCK soruşturmasından alınması, üç polis şefinin Ankara’ya çekilmesi, MİT müsteşarı için özel yasa çıkarılması çalışmalarının başlaması, Başbakan Erdoğan’ın 12 Haziran 2011 seçimleri sonrasında “Artık iktidarı kimse ile paylaşmam, kimseye ihtiyacım yok” yaklaşımı ile kendisini iktidar yapan ittifak zeminini dağıtmakta ve patronun kim olduğunu göstermektedir.