Milletin karnesinde sınıfta kaldınız
Melek Serdar, Balyoz Davası’nın Silivri ayağında 18 yıl ceza alan Deniz Kurmay Kıdemli Albay Bora Serdar’ın eşi. Ekinde Bora Serdar’ın mektubu bulunan e-postasına şöyle başlıyor:
“Eşim için oraya tahammül etmesinde güç veren unsurlardan birisi yazmak...”
***
Tutuklular/hükmen tutuklular, Silivri’nin, Hasdal’ın, Hadımköy’ün, Sincan’ın, Mamak’ın günümüz Türkiye’sinde “hukuk”la aşılamayan duvarlarını, parmakları nasır tutana kadar yazdıkları mektuplarla aşmaya çalışıyorlar.
Hafta içinde Silivri’deki meslektaşlarımızla yaptığımız açık görüşün özeti, birkaç gün önce de paylaştığım gibi “Burada hukuk yok. Dolayısıyla bu davaların karararını ya siyaset ya da millet verecek”ti.
Balyoz’da, “siyaset”in -karar verici durumdaki iktidar cephesi- “davalı” durumunda olduğundan, “terörist”, “darbeci” gibi yaftalarla cezaevlerine atılan Türk subayları, nihai hükmü verme kudretindeki diğer merciye; millete yapıyorlar, mahkeme heyetinin es geçtiği savunmalarını.
Benim cezaevlerinden gelen mektuplar konusundaki hassasiyetimin temeli, Türkiye’nin bu döneminin hiç de “ana akım!” basın-yayın organlarında anlatıldığı gibi olmadığını, madalyonun diğer tarafını belgelemeleri...
***
Gelelim Serdar’ın yazdıklarına:
Önce Avrupa Komisyonu’nun 2011 ve 2012 Yılı İlerleme Raporlarında, “Asrın İftirası Balyoz Davası”na ilişkin olarak paylaşılan “endişe”leri sıralıyor:
- İddianamede sözü edilen bazı delillere erişimin kısıtlanması, savunma hakkı ve adil yargılanma hakkı bakımından endişelere neden olmuştur.
- Tutuklama kararlarına ilişkin ayrıntılı gerekçeler gösterilmemesi savunma makamı tarafından dile getirilen bir diğer endişe kaynağıdır.
- Savunma hakkı, yargılama öncesi tutukluluk sürelerinin uzunluğu ile fazlasıyla uzun ve çok kapsamlı iddianameler bakımından endişeler devam etmiş olup, bu durum, söz konusu yargılamaların hukuka uygunluğunun kamuoyu tarafından kayda değer ölçüde sorgulanmasına yol açmıştır.
“El âlemin yakalandığı endişe boranı”nı anlattıktan sonra sıra geliyor “Bizim yakanın sakin, palpaliman” haline:
“Amaç, demokrasiye karşı işlendiği iddia edilen suçların aydınlatılması, demokratik kurumların düzgün işleyişine ve hukukun üstünlüğüne duyulan güvenin güçlendirilmesi adına bir fırsat(!) olarak görülen Balyoz Davası’na, her ne pahasına olursa olsun(!) meşruiyet kazandırmaktır. Acı!
(...)
Avrupa basını bile Balyoz Davası’nı artık “güya darbe” diye tanımlayarak söz konusu endişelere ortak olabilmektedir.
Usul ve esasta yapılan onlarca hata nedeniyle hukuksuzluğun kılavuzu haline gelen Balyoz Davasının gerekçeli kararı, söz konusu endişeleri artırarak daha da öteye taşımıştır.
Bütün bu endişelere rağmen, haksız yere iftiraya uğrayarak özgürlüğümüzün elimizden alınmasını ve dijital teröre kurban edilerek geleceğimizin karartılmasını endişe sebebi olarak görmeyen zihniyetin, Balyoz Davası’na yönelik endişeleri “makul ve yapıcı eleştiriler statüsüne” alarak acilen ortadan kaldırılabileceğini düşünmek ise safdillik olacaktır. Dediğim gibi amaç bellidir.
Ama, zannetmeyin ki, karne verecek makam olan milletimiz, adalet ve hukuk adına, kin, nefret ve intikam duygularıyla yaşatılan bu vahim insan hakları ihlallerini not etmiyor. Bundan da hiç kimsenin endişesi olmasın.”
“Onlar aydınları topluyorlar”
Bu da “pazar tebessümü” olsun size.
Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Atilla Sertel Ümraniye operasyonları kapsamında ilk gazeteci tutuklamaları yapıldığı günden itibaren “mesleki dayanışma”nın bayraktarlığını yapınca ailesinden tedirgin olanlar çıkmış:
- Seni de alacaklar!
8-10 yaşlarındaki oğlunun cevabı:
- Babama bir şey olmaz. Onlar aydınları topluyorlar!
- Baban aydın değil mi?
- Oğlunu akşam 8’den sonra sokağa salmayan aydın mı olur!
“Susturulunca” konuşmaya başlayan gazeteci!
Silivri’de tutuklu bulunan gazetecilere yaptığımız ziyaretten sonra Müyesser Yıldız aradı:
- Çok merak ettim ağladın mı?
- Yooo!..
Şaşırdı:
- Bu konularda hassassın, dayanamamışsındır diye düşündüm!
***
Dışı sizi yakar, içi beni...
Arada parmaklık, cam, bariyer gibi “sınır”lar olmadan, aynı masanın etrafında oturup sohbet ederken bir şey anlamıyorsun da;
İnfaz koruma memuru gelip saati gösterdiğinde...
Tutuklu olan meslektaşının titreyen ellerini farkettiğinde...
-Öncesinde dost olup olmamanın hiç önemi yok-, ilk kez karşılaştığın birinin seni kucaklarkenki samimiyetini hissettiğinde...
Kapıya yöneldiğinde...
Bir türlü arkasını dönemediğini, bir yanını o açık görüş salonunda bize emanet ettiğini gördüğünde...
Demir kapıdan çıkana kadar göz temasını kesmek istemediğinde...
Ve “hücre yolunda ne hissediyor” duygusu içine çöreklendiğinde...
Kendinden bir parçanın da kopup, o meslektaşınla gittiğini hissettiğinde...
Kolay olur mu!
Tabii ki dayanması zordu!
Ama öte yandan “dayanmak” hepimiz için bir zorunluluktu!
2-3-4-5 yıldır tutuklu olan gazeteciler, davanın “planlandığı gibi bitirilememesinin” en büyük nedeninin sergiledikleri “direnç” olduğunu anlatırken, yufka yüreklilik göstermek ayıp olurdu!
Temel’in “ben dün duydum” fıkrası gibi “cezaevi koşulları”ndan konuşup, “ah’layıp, vah’lamak” da bence ayıp olacak diğer konuydu!
Balbay, Özkan, Çiçek, Yıldırım, Özlü, en çok da hem “içeri”yi, hem de içeriden çıkmış gazeteci gözüyle “dışarı”yı analiz eden Soner Yalçın; hepsi inanmış durumdalar “bu davanın bittiğine” !
Hukukla maskelenen bütün sahteliklerin, çelişkilerin, ispatlanamayan iddiaların Silivri’de heyulaya dönüşen “mağduriyet ve vicdan”ın altında kalacağına inanmış durumdalar!
Şimdi her zamankinden daha güçlü “tutuklu olan” ve “tutukluluk deneyimi yaşayan” gazeteciler;
Şimdi her zamankinden daha büyük bir cesaretle araştırıyorlar, sorguluyorlar, yazıyorlar...
Çünkü en fazla tutuklanırlar!
Zaten tutuklular!
Onları “hücre”lere atanlar “susturduk” sanıyorlar ya;
Baksınlar Soner Yalçın’a!
“Susturulmadan(!)” önce haftada bir yazı yazıyordu “anlayana” , kitaplarla, internet yoluyla ulaşmaya çalışıyordu “okur”a;
Şimdi “ekran” yoluyla okuyan-okumayan herkesin salonunda; bir kürsü, bir mikrofon, bir salon, bir meydan bulunan her şehirde; durmadan anlatıyor:
“Eğer ben gazeteciysem... Gazeteciliği savunuyorsam... Gazeteciliği savunmak uğruna ceaevine konulmayı göze aldıysam... Kimse bana “Ergenekon Terör Örgütü var” dedirtemez. Yok çünkü! Geçmişte insanlar ” örgüt üyesi” olduklarını kabul ederek, bunu “gururla” söyleyerek idam sehpahalarına yürüdüler. Hiçbiri inkar etmediler. Burada “Ben Ergenekoncuyum” diyen bir kişi yok. Üyesi olmayan örgüt
olur mu!”
Bu nasıl bir “susturucu”ysa artık;
Konuşmayan adamı konuşturdular!
Velhasıl görünen şu ki;
Kurdukları tezgahın altında
kaldılar