Mevzu “Osmanlıca” değil...
Baktı her attığı -geç de olsa inşası tamamlanan (en azından tamamlandığını ümit ettiğim)- “idrak barajı”dan dönmeye başladı, devre arasında soluğu soyunma odasında aldı.
Ve kükredi baş teknik direktör:
-Defanstan çıkın, ileri koşun...
Velev ki koştu “senin memurun” ; ee kime atacak golü?
“90’dan takmaya” yönlendirdiğin “kale” milletin değil mi?
“Milletin adamı”ydın hani?
***
Bir yandan “milleti nasıl yenecekleri”ne dair taktik verirken “adamlarına”, bir yandan da hiiç boşuna “Bunlar zaten camileri de ahır yaptılar, ezanı da yasakladılar” edebiyatı yapma;
Yemezler!
“Benim başörtülü bacım” dahil bu millet -inanıyorum- bu sefer görecektir ki mevzu Osmanlıca değil;
Mevzu “isteseler de istemeseler de” diye, toplumu “mülkün” sayıp, kendi istediğini “zorla” yapacağını/yaptıracağını ilan edebilmiş olman.
Ha mümkündür, yarın çıkıp -Soma’da dediğin, “saraycığa” örnek gösterdiğin gibi- ‘Ne olmuş yani İngiltere’de de var’ diyebilirsin;
Var-dı evet; sene 1605!
Feyiz kaynağın orasıysa; diyelim ‘ben tarihçi değilim atom mühendisiyim Osmanlıca’yı neyleyeyim’ deyip, öğrenmeyi reddetti “kullarından(!)” biri... Ne yapacaksın, “İngiltere’de de vardı” diye kırbaç mı vurduracaksın? “Çürük vatandaş” deyip köle pazarında satışa çıkarırsın belki ha!
***
Mevzu Osmanlıca değil;
Mevzu sadrazamvari bey(!) ile sahnelediğiniz “iyi polis-kötü polis” oyunu...
İsteseler de istemeseler de öğrenecekler!
-Yok yok öyle değil, isteyen öğrenecek, istemeyen öğrenmeyecek!
Bu işte mevzu;
“Devlet ciddiyeti” dediğimiz mefhumun sizlere ömür olması!
Sahi hangi alfabe ile yazacaksınız mezar taşını;
Çocuklarımız okuyabilecek mi “ecdadları”nın son Türk devletinin cenazesini nasıl kaldırdığını?
***
Mevzu Osmanlıca değil;
Mevzu “Herkes Osmanlıca öğrenecek” diye buyurduğun fermanın aynı zamanda “İnkılap Tarihi derslerinin yeniden yazımını” da içeriyor olması mesela!
Bas bas “ben -gündemi değiştiremeye de yarayıp bir taşla iki kuş vuran- bir tasfiye operasyonuyum” diye bağırması!
Yoksa ihtisaslaşmayı liseden başlatabileceksen gerçekten de, olsun; tarihçi olmak isteyenler, sanat tarihçisi olmak isteyenler, edebiyatçı olmak isteyenler, dilci olmak isteyenler bilsin öğrensin tabii... Tabii ki “Hans”tan öğrenmeyelim, bizim çocuklarımız tercüme etsinler ne diyor bize o sarayların, hanların, hamamların, çeşmelerin, medreselerin duvarları... Ne anlatıyor mezar taşları...
Bilsinler ki, ‘kem, küm, gak, guk’etmeden, kompleksiz, özgüvenle fırlatabilsinler “iftiracı” ların yüzüne arşivleri...
Osmanlıca bilsin tabii çocuklarımız;
Bilsinlerki kanmasınlar Ermeni yalanlarına, Kürtçü propagandaya, açılımlarınızı meşrulaştırmak için sığındığınız çarpıtmalara....
Tehcirin perde arkasını, Dersim’i oluşturan koşulları “belgesinden” okusunlar da inanmasınlar büyükleri “uyutmak” için anlatılan masallara!
Bilsinler ki; vatanperverleri algıda nasıl katilleştirdiğinizi, terörist, hain, işbirlikçileri nasıl ilahlaştırdığını görsünler.
Seyit Rıza kimmiş mesela okusunlar... Şeyh Sait kimmiş; kimlerle ne pazarlıklar yapmış... Ebussuud’un fetvalarını -yorumsuz- okusunlar... “Kürt Beyleri”ne yollanan takdirnameleri(!); feodalitenin nasıl oluştuğunu görsünler....
Bilsinlerki, Türk Milliyetçilerinin “neo-Osmanlı düşlerinize” itirazının “ecdad düşmanlığı”ndan kaynaklanmadığını, ülkeyi nereye sürüklediğinizi anlayabilsinler!
***
Gazeteciler gazetecileri anlatıyor
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti eski Başkanı Nail Güreli, gazetecilerin kendilerini ve birbirlerini anlattıkları yazı ve röportajları derlemiş.
Her güne üç beş gazetecinin kovulma, istifa, transfer haberinin düştüğü son on yıldan külliyat çıkar; hepsini tek kitaba sığdırmak olanaksız. Ama mesela Bekir Coşkun, Rahmi Turan, Emin Çölaşan, Nuray Mert, Oktay Ekşi gibi “deve dişi gibi isimler” in nasıl köşelerinden olduklarını, Reha Muhtar, Ertuğrul Özkök, Oray Eğin, Ahmet Hakan, Emre Kongar, Fatih Altaylı gibi sayısız gazetecilerin birbirlerine dair tespitlerini, Salim Memecan, Hasan Cemal gibilerin dönüşlerini, bugüne kadar yapılmadığı şekilde “magazinel” boyutuyla birlikte aktarmış okuruna Güreli.
Ben en çok -kendine tapanlara benzetilmeyeceksem- kendimle ilgili kısmını sevdim kitabın;
İmzayı!
Türk basının tartışmasız “çınarlaşan” adlarından birinden, Nail Güreli’den “sürekli okurunuz ve takdirkârınız” notunu alabilmek büyük gurur.
Ozan Yayıncılık’tan çıkan 149 sayfalık ’Gazeteciler Gazetecileri Anlatıyor’da altını çizdiğim bir paragraf var. Duygu Asena’nın yıllar sonra, kovulduğu Hürriyet’e “ders vermeye” davet edildiğinde söyledikleri:
“Arkadaşlar... İnsanlar gazeteciliğe çok heyecanlı bir macera mesleği olarak başlarlar. Böyle değil, çok fazla çalışmanız lazım. Mesela ben, bu müesseseden ’ahlaksız’diye kovuldum. Sonra kendimi öyle bir kanıtladım ki, bunun sonucunda ’ahlaksız’diye kovulduğum yere şimdi ders vermek üzere çıkarıldım. Bu kolay iş değil.”
“Medya-siyaset-ticaret şeytan üçgeni”nde, “kendini en önemli sayanların bile akıbetinin nihayetinde patronun iki dudağı arasında olduğu” bu sektörde sezonluk şöhret olmak pek kolay da, tavizsiz var olmak hakikaten hiç kolay değil.
Şimdi Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni olan Sedat Ergin, işsiz kaldığı dönemde keşfettiği gerçeği anlatıyor bir röportajında;
“Medya plazaların dışında başka bir hayatın aktığını gördüm...”
İşte gerçek olan o; gerisi, hele değer yargıları her gün yeniden dizayn edilen bu sektör o hayatın teferruatı sadece...
Hem abarttığımız kadar mühim olsak ne olur; bir gün değil mi gazetecinin ömrü nihayetinde...