Medyanın intihar eylemcileri

Habercilik anlayışı ’pimi çekilmiş bomba’ gibi tehdit oluşturmak üzerine kurulu olan Taraf, haber ve yorumlarını ’orduyu karalayan her iddia doğrudur’ önyargısıyla yapanların elinde patladı


Fatih Altaylı, “Geçen hafta gerçek anlamda gazetecilik yapan iki gazete” olduğunu iddia etmiş. “Biri Habertürk, diğeri Taraf.”
Habertürk’ün “haftaya damgasını vuran” habercilik başarısı neydi hatırlatma gereği duymamış. Hafızamıza o derece kazındığına emin olduğuna göre “Genç bir kızı parçalara ayrırken kullanılan kanlı testere” yayınını kast ediyor olmalı. Biliyorsunuz bu haber bardağı taşıran son damla olmuş ve soruşturmaya destek kılıfıyla sürdürülen dedektifçilik oyununun, gün geçtikçe “ölü seviciliğe” dönüşmesine, kandan tiraj kazanmak uğruna toplum sağlığının bozulmasına “dur” diyen yayın yasağı kararı tekrarlanmıştı.


Tesadüfün böylesi
Taraf’ın bütün gazetelere “habercilik” dersi verdiği olay olarak ise, ne tesadüf ki yine eski Aksiyon muhabiri Mehmet Baransu’ya sızdırılan, ne tesaüf ki yine Genelkurmay’ı karalayıcı nitelikte olan, ne tesadüf ki yine “Askeri Savcılığın soruşturması sonucunda Genelkurmay’ın herhangi bir biriminde hazırlanmadığı” açıklanarak yalanlanan “servis”e atıfta bulunuyor Altaylı. Hatta methiyeler düzüyor. Hatta, o sızma belge servisinden yola çıkarak, adı geçen askerleri “Türkiye’deki demokrasinin önündeki en büyük engel olan cüretkarlar” olarak tanımlıyor. Oysa hem sızma noktası, hem içeği, hem maksadı, hem zamanlaması ‘tartışmalı’ olan, gizli bir soruşturma kapsamında anılan, ve doğru/yanlışlığına dair resmi bir onay bulunmayan bir belgeye dayanarak orduyu halkın gözünde mahkum etmeye kalkışmak da cüretkarlık değil mi?


Demokrasi ve cüret
Demokrasi ve cüret arasına konan sınırlara göre;
Mehmet Altan’ın, kardeşi Ahmet Altan’ın yönettiği Taraf’ın manşetini peşinen doğru kabul edip, “Psikolojik Harp Dairesi’nin hazırladığı, A’dan Z’ye suç olan, kendi insanına tuzak kurmayı onaya sunan, akıllara durgunluk veren resmi belge”yi sızdıranları tebrik ve teşvik ederek “Allah’tan geçmişten gelen ve binlerce masum insanın hayatını karartan bu tür soğuk savaş tezgáhlarıyla işlerin gitmeyeceğine kanaat getirmiş, daha gerçek, doğru, işlevsel ve dürüst bir devlet isteyen güçlü çevreler var da, bunlardan artık haberdar olabiliyoruz...” yazması, devletin görevlilerini “köstebek” olmaları için cesaretlendirmek, kurumların yasal işleyişini baltalamak değil...
Eser Karakaş’ın “Başbuğ’un Kürt meselesinde siyasallaşmaya izin vermeyeceklerini söylediği konuşması ve Taraf’ın sızma belgesine sorgulamadan itiraz etmezlerse” muhalefet partilerinin meşruiyetlerinin biteceğini yazması, siyasi iradeyi ipotek altına almaya çalışmak değil...
Önder Aytaç’ın “Kurda merhamet iştahını arttırır. Ya kuzgun leşe, ya devlet başa” gibi tahrik edici, hatta şartlandırıcı bir üslupla, iktidarı orduya müdahaleye çağırması demokrasiye darbe değil...
Savunduğu buysa Altaylı’nın dünkü yazısını tamamlayan “Ne zaman adam oluruz” notu “Aynaya bakmadan konuşmamayı öğrendiğimiz zaman” veya “Çuvaldızı arada bir kendimize döndürmeyi unutmadığımız zaman” olmalıydı.


Şafak’ın istifası
Türkiye’de ‘demokrasinin önündeki en büyük engelin’ ne olduğuna dair bir yazı daha vardı dün gazetelerde.
Geçtiğimiz hafta, “Bebek İttifakı” mantığına karşı çıktığı için meslektaşları tarafından adeta lince tabi tutulan Erdal Şafak, yozlaşmayı işaret ederek “gerek etik zaafı, gerekse çıkar ilişkilerinin Türk medyasını saygınlık ve güvenilirlik açısından dibe vurdurduğunu, bunun sadece medya değil, demokrasiye de ağır zararlar verdiği”nin altını çiziyordu.
Yeniçağ’ın düzenli takipçilerinin bildiği gibi, dönem dönem Kumkapı, Brüksel, Washington gibi yerlerde ‘Tapınak Şövalyesi’, ‘eski gerilla’, ‘itirafçı’ kimlikleriyle zuhur eden “Bebek İttifakı”; emperyalist misyon şeflerinden veyahut darbeci ajanlardan talimatlar alarak, hükümet darbeleri, rejim değişiklikleri, kültürel dönüşümlere zemin hazırlamak için ortak stratejiler yürüten işbirlikçi medya, sermaye, siyaset, bürokrasi ve sivil toplum figürlerini temsil ediyordu. Tenhalardaki buluşmalarında konuşulanları kamuoyundan gizlemek, toplumun bunları ancak başına geldikten, vakit çok geç olduktan sonra idrakini sağlamak gibi bir taktikleri vardı.
Şafak “limanlar yerine Ruhban Okulu’nun açılması” ihtimalini yazarak bu taktiği bozmuş, toplumu ‘başına gelecekler’den haberdar etmişti. Bu Hasan Cemal’in Kandil ziyareti gibi “Kürt sorununa kişisel katkıda bulunma gayreti” de değildi üstelik, gazetecilikti. Ve gazeteciler gazeteciliği hazmedemedi. Bu durum karşısında Şafak bir karar aldı: “Yıllardır sürdürdüğüm Abdi İpekçi Yılın Gazetecilik Ödülü Jürisi’nden istifa ediyorum. O ödülü veren grubun bünyesinde İpekçi’nin yanında gazeteciliğe başlamış olmasına rağmen, ahlakından zerrece nasibini almamış kişiler barındığını gördüğüm için...”
Evet Sayın Altaylı, demokrasi yalan haberlerle toplumu karanlık ortamlarda belirlenen güzergahlara sürüklemek midir, yoksa gerçekleri olduğu gibi aktarıp halka seçim yapma imkanı tanımak mı?

++++++


KOMPLO
İçindeki sese sor
Ses bana diyor ki:
Dur ve düşün!

Bir dava var, sürüyor.
İçlerinde ordunun üst kademesinde görev almışların da bulunduğu kişiler, “iktidarı devirmek için darbe ortamı yaratmak” suçlamasıyla yargılanıyorlar. Tam bu ortamda ordunun üst kademelerinde bir albaysınız, bir dizi komplo planlaması yapıyorsunuz ve bu belgeleri bir dizi ordudaki görevinden ayrılmış kişiye gönderiyorsunuz.
Hiç düşünmez misiniz? Bu belge yakalanırsa; hep aynı gazetenin (Taraf) aynı muhabirine mutlaka sızacaktır.
* Necati Doğru / Taraf


++++++

Şahin’e yandaş kalkanı
Yenişafak’tan Mehmet Gündem ile Tayyip Erdoğan’ı idol kabul eden Ethem Sancak’ın Star’ından Fadime Özkan’ın dünkü söyleşi adresleri TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’in makamıydı.
Yandaş medyanın eski ve yeni amiral gemilerinin, iki yıldır bu görevde olan Şahin’e, sayfalarını aynı gün açmaları tesadüf olabilir mi?
Çanak sorulara, mizacına, kimseyi kayırmamasına, dürüstlüğüne, çalışkanlığına övgülere bakılırsa iki söyleşi de, hakkındaki iddialar TBMM’ye taşınan Şahin’e kendini savunma hakkı vermek için planlanmış olmalı.
Genelde ‘iddia makamı’nın yanında saf tutmayı tercih eden yandaş medyanın ‘belli bürokratların savunma hakkı’na gösterdiği saygı gözlerimizi yaşarttı doğrusu...
Şahin’in, TRT’yi “emperyal bir vizyon” ile “parçalayarak” yönettiğini anlattığı Yenişafak söyleşisinin özellikle “bizimle ilgili hiçbir yolsuzluk konusu gündeme getirilmedi. TRT için cayır cayır pazarlık yaparım” bölümünde Gündem’in bir gazeteci olarak “Siz hiç gazete okumuyor musunuz Sayın Şahin?” diyerek en azından gündemde olan “One Ajans” konusuna değinmesi beklenirdi...
Veya...
Star söyleşisinde Şahin “Bizim sınırımız milletimiz. Milletimizin istemediği görüntüleri göstermek istemiyoruz. Görmek istediklerini de ziyadesiyle göstermek istiyoruz” derken Fadime Özkan’ın bir gazeteci olarak “Milletimizin Tuncay Özkan’ı saatlerce izlemek istediğinden emin misiniz?” sorusunu yöneltmesi gerekirdi...
Yap(a)madılar...
Ama en azından “çamur at izi kalsın” stratejisini ne kadar ustaca uyguladıklarına şahit olduğumuz yayın organlarının, isterlerse, çıkarlarına uygunsa “savunma hakkı”nı, nasıl, soru dahi sorulamaz biçimde kutsallaştırabildiklerini öğrenmiş olduk...
Yarın öbürgün “bilip de yapmamak daha ayıp” deme hakkımız doğdu.


++++++

Obama’nın ABD Başkanı seçilmesinin ardından, ‘Tapınak Şövalyeleri’ne dönüşen ‘Türkiyeli gazeteciler’i efendilerinin gerçek rengi ile tanıştırmıştık: Füme rengi emperyalist. O gün yazdıklarımıza kulak verselerdi, gerçekleri görmek için 100 günü boşa harcamalarına gerek kalmazdı


Anlamak için 100 güne gerek yoktu
“Dev şirketler, silah sanayii, petrol devleri aç kurtlar gibi” diyerek Obama’nın ABD politikalarında değişim yaratmadığına dikkat çeken Çekirge sordu: Emperyalizmin renk değiştirmesi mi?
Gelirken hafif Küba ritmiyle yürüyüp konuşuyordu... Gülüyor ve espri yapıyordu... Sanki insanlığın “kölelik günahları” ndan arınması için seçilmiş bir “sembol” havası vardı... Dünyanın dümenine oturalı 100 günü geçti... Bakıyorum artık yalnızca konuşuyor... Yürüyüşündeki “hafif Küba ritmi” kayboluyor... Adımlar sertleşiyor... Çünkü omuzlarına birer apolet gibi asılan “küresel kredi” tavaş yavaş bir “sorumluluk yükü” ne dönüşüyor....
Ankara’ya geldi üç mesaj verdi:
- Kuzey Irak’taki Kürtlerle iyi geçinin. Kürt meselesini çözün.
- Ermenistan’la anlaşın, sınırları açın.
- Afganistan’da yardımcı olun.
Netenyahu ile görüştü. Sonra Filistin lideri Abbas ile görüştü. Hamas’ı tanımak istemiyor... Netenyahu’ya, “Geçici yerleşim bölgelerinden çıkın” dedi. O da “Sana ne?” diye cevap verdi... Öylece kaldı... Peki ne oldu?
- Gazze’deki kuşatma sürüyor mu?
- Sürüyor...
- Filistin’de bebeler yine aç mı?
- Aç.
- Yemek için kuyruk var mı?
- Var.
- Sefalet hala orada mı?
- Orada.
- Guantanamo kapandı mı?
- Hayır...
E peki ne oldu?
Obama’nın 100 günü doldu. Tröstler orada. Dev şirketler, silah sanayii, petrol devleri aç kurtlar gibi yerinde.
Aslında ben hala umudumu korumak istiyorum. Ama yine de endişemi ilan ediyorum:
- Obama vitrini, Irak’ta ‘kimyasal bomba’ balonuyla 1 milyon insanı öldürten Bush yönetiminin dünyadan ve özellikle Müslümanlardan özür dileme operasyonu mudur? Ya da; Yorgun bir emperyalizmin renk değiştirmesi midir?..
* Fatih Çekirge / Hürriyet


++++++


‘AKRT’, pardon ‘AK RT’!
TBMM KİT Komisyonu’da TRT’nin 2007 yılı hesapları görüşülürken sert tartışmalar yaşandı. TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, eleştirileri yanıtlarken “Muhabirlere, ’Sayın Cumhurbaşkanı’na, Sayın Başbakan’a mikrofonu uzatıp diğer gazeteciler nasıl soru soruyorsa siz de soru soracaksınız’dedik. Sormuyorlarsa da bu benim kabahatim olmasa gerek. Biz protokol haberciliğini de bıraktık” dedi. Bu talimatın gereğinin nasıl işlediğini geçen hafta gördük. CHP Konya Milletvekili Atilla Kart’ın One Haber Ajansı ile imzalanan sözleşmeyle ilgili basın toplantısında, TRT muhabiri, “TRT, en son düzenlediğiniz bir basın toplantısında sizin yaptığınız eleştiriler hakkında davalar açtı. Yani burada bir husumet, bir çekişme mi var? TRT yönetimi ile konuşsanız bu konuları, sanki TRT ile Atilla Kart arasında bir çatışma varmış gibi bir intiba oluştu” dedi. TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’in danışmanı olarak kuruma girdikten sonra genel sekreter yardımcısı olan Birol Uzunay da toplantıya bizzat katılarak bazı görüşlerini dile getirdi ve sorular sordu...
TBMM Genel Kurulu’nda da geçen hafta TRT tartışması vardı. CHP’li Gaye Erbatur, “TRT’de haberler hükümetin sesi haline gelmiştir. Kadrosunda 157 muhabir, 301 prodüktör bulunduran TRT, bu nitelikli personelini çalıştırmak yerine, kaynağı, sahibi ve yayın politikası belirsiz kuruluşlardan hizmet satın almaktadır. Kadrolu personelini çalıştırmayan TRT Genel Müdürü, halkın parasını yandaş şirketlere, yandaş medya çalışanlarına aktarmaktadır. Şu anda TRT radyo ve televizyonlarında yayımlanan programların önemli bir bölümü dış yapımlardan, yani para ile satın alınan programlardan oluşmaktadır” dedi.
MHP’li Mehmet Günal da, tartışmaya “TRT ’AKRT’haline geldi” sözleriyle katıldı. AKP sıralarında, tepkiler gelirken, Günal sözlerini şöyle sürdürdü:
“Hadi ’AK RT’diyeyim de kızmayın, tamam. Edepli davranıyorum ’AK RT’diyorum...”
AKP’liler “Ak” kısmına hiç itiraz etmediler. Ancak, AKP’li Kemalettin Aydın kısaltmadaki “T” harfinin kaldırılmasına itiraz etti: “’Türkiye’kelimesini kaldıramazsın. ’Türkiye’yi niye kaldırıyorsun?”
* Parlamento Kulisi / Cumhuriyet


++++++

MİNİ YORUM
Devletin garantörü kim

Genelkurmay eski Başkanı emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt Fikret Bila’ya, Erdoğan ile Dolmabahçe’de yaptığı görüşmenin şahsını değil devleti ilgilendirdiğini söylemiş. İşin en kötü tarafı da zaten bu ya Sayın Büyükanıt. Devleti ilgilendiren bir meselenin, geride hiçbir tanık ve kayıt bırakmaksızın ‘iki tarafın fani varlıklarına’ emanet edilmesi... Devletin garantörünün kişiler değil, kurumlar ve kanunlar olması gerekmez mi?

Yazarın Diğer Yazıları