Medya ağaları hazmedemedi
Açılımları topluma hazmettirmekten sorumlu medya ağaları, Orgeneral Başbuğ’un, siyaset ve terör sektöründeki mevkidaşlarını hedef alan açıklamalarından rahatsız oldu
Bir grup aydın(!) Nusaybin Sınırtepe karakoluna yaptığı bayram ziyaretinde “halk siyaset ve terör ağalarından kurtarılmalı” diyen Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ hakkında suç duyurusunda bulundu.
Ufuk Uras’ın dün İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na sunduğu dilekçede, Başbuğ hakkında, kanunla verilmiş görev ve yetkilerin dışına çıktığı gerekçesiyle, 1 aydan 5 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanmak üzere soruşturma açılması istendi.
Bu “bir grup aydın”ı harekete geçiren “sivilleşme” güdüsü. Ülkeyi “askeri vesayet”ten kurtaracaklar. Genelkurmay Başkanı’nın “dokunulmaz” olmadığını gösterecekler. Nasıl?
Ağalara dokundurtmayarak!
Son tahlil ironik: Halk iradesinin alım-satım işlerine bakan, yönetim stratejisi olarak zorbalığı benimseyen, insanı kul-köle-maraba-hizmetli-mürid-kapıkulu olarak gören ‘ağalar’a dokunan Başbuğ’un suç işlediğini savunan bu “bir grup aydın” sözde “demokrasi”nin şerefini kurtarmış olacak!
Başbuğ’un açıklamalarının ardından “az bile söyledi” diyerek listeye din, toprak, aşiret ağalarını da eklemiştik. Meğer biz de eksik kalmışız. Nasırlarına basıldığı için feryat-figan eden medya ağalarını es geçmişiz.
“Medya ağalığı da ne ola?” demezsiniz umarım. Medya ağalığı; toplumun iradesini hiçe sayarak, ona iktidarca belirlenmiş algılama, düşünme ve yaşama biçimini dayatan sistemin adı.
Genel olarak halkı aptal yerine koymak, zekasıyla alay etmek gibi yöntemlerle, en olmayacak işlere bile sorgulamadan “olur” diyen yeni bir toplum modeli yaratmaya çalışırlar. İnsan dediğimiz organizma bu modele uyum sağlamak için sık sık “emme-basma tulumba egzersizi” yapmalıdır ki, gazete köşelerinde, televizyon programlarında, basın açıklaması, yürüyüş, imza kampası gibi eylemlerde verdikleri komutlar ‘emir telakki edilebilsin’ ve oy ise oy, şakşakçılık ise şakşakçılık, biat ise biat, teslimiyet ise teslimiyet... Gereği neyse yapılabilsin.
Medya ağalarına gelince, onlar bir çelişkiler yumağından uç vermiş gibidirler. Çoğu bilimsel özerkliğin kalesi sayılan üniversite geleneğinden gelmesine rağmen, iktidarların gücünü ilmi doğruların, doğa ve hukuk düzeninin üzerinde görürler. Onları yerel ağalar olarak tanımlamak da mümkündür. Çünkü her ne kadar kendi toplumlarına ağa görünseler de, emperyalizme kul-köle olmuş haldedirler. Bir anlamda akademik birikimlerini “gölgelerin gücü adına” kullanırlar.
Kitle iletişim araçlarını kullanarak az iş yapmadılar bugüne kadar. Ermeni gördüğünde, suçluluk psikolojisiyle kıvranarak iftiracıların dizlerine kapanmaya hazır “özürlü” kitle onların eseri mesela...
Nasıl insanlara hükmetmek ağalığın şanındansa, kavramlara hükmetmek de “bir grup aydın”lığın şanından.
Başbuğ’u suçlarken dayandıkları Türkiye’nin hukuk devleti olduğu gerçeği, ordunun “ülkeyi koruma ve kollama görevi” hatırlatıldığında geçerliliğini yitirebilir. Genelkurmay’ı suçlarken kullandıkları yasalar, o zaman ya 27 Mayıs, ya 12 Eylül ürünü olduğu gerekçesiyle gözardı edilebilir... Devletin haklarını korumak gerektiğinde, halkoyu ile onaylanmış olsa dahi 1982 Anayasası’nın meşru olmadığı savunulabilir. Ama iş kendi menfaatlerini korumaya gelince kimse yasalardan üstün değildir.
“Bir grup aydın” deyip duruyoruz, hepsi çok tanıdık aslında. Sezgin Tanrıkulu fahri DTP’li görüntüsü veren Diyarbakır Barosu Başkanı, Baskın Oran ve Ahmet İnsel “Ermenilerden Özür diliyoruz” kampanyasının mimarları, Oya Baydar Ahmet Altan’ın “pavyondaki namuslu kadın” övgü(!)süne nail olmuş eski Taraf yazarı, Mithat Sancar TESEV araştırmacısı...
Onların ‘demokrasi’nin arkasına saklanmaları yeni değil. Yeni olan, ağalık mekanizmasının kalkanları durumuna düşerek, kendi kendilerini ebeletmiş olmaları...
++++++
Bir “yiğit” ölmüş diyeler...
‘Ulusalcılık’tan, kendini Erdoğan’la özdeşleştirmeye dönüşen fikri ve siyasi çizgisiyle evrim geçiren Yiğit Bulut’un yolu Darwin ile kesişti
Yunus Emre’nin ölümsüz dizelerinin orjinalliğini bozmayı hiç istemezdim ama Vatan’da köşe yazarlığı ve CNN Türk’te program yapımcılığından, HaberTurk televizyonunun Genel Yayın Yönetmenliği’ne dikey geçiş yapan Yiğit Bulut için “garip” demek hakikaten pek “garip” olurdu.
Bulut bugüne, kendisini izleyen veya okuyanların kalbindeki üç ayaklı tahtın üzerinde gelmişti. O üç ayağı da ustaca kullanan Bulut şöyle bir imaj yaratmıştı:
O bir; IMF ve Dünya Bankası politikalarını reddeden finans analistiydi,
O bir, hızlı ulusalcıydı,
O bir, evrim teorisi karşıtıydı...
Bulut’un, Erdoğan’a “kara sevdalı” olduğunu açıklayan Ethem Sancak’ın gazetesinde yayımlanan röportajı “imaj”ın ne kadar yanıltıcı olabileceğini göstermesi bakımından kesilip saklanacak değerde.
Röportajı yapan Fadime Özkan’ın “sözünü dudaktan, gözünü budaktan esirgemeyen” gazeteci olarak sunduğu Bulut, “fikri siyasi dönüşümünü” anlatırken bu dönüşümün vesikası olarak “Türkiye’yi kurtarabilecek tek lider Başbakan Erdoğan’dır” demiş.
Bu cümlenin, Yiğit Bulut’un hem yandaşların piri Ethem Sancak’ı, hem de evrimin kuramcısı Darwin’i alt edişinin simgesi olarak tarihe geçeceğine yürekten inanıyorum.
“İnatçı yapısı, kimseye itaat etmemesi, dik başlı olmasıyla -ki bunların hepsi bende de var, belki de o yüzden kendime yakın görüyorum- Türkiye adına umut olarak ortaya çıkıyor” diyerek bir zamanlar muhalefet ettiği Erdoğan’ı aklın ve mantığın sınırlarını zorlayacak kadar kısa sürede içselleştirmeyi başaran Bulut’un dönüşümünün insanoğlunun “ruhi evrim”inin ara fosiliymişçesine incelenmeye namzet olduğunu düşünüyorum. O ki bir zamanlar kendisiyle ilgili en ufak bir şüphe belirdiğinde “Rahat olun; Laik, üniter, tam bağımsız bir Türkiye rotamdan ‘kıl’ kadar şaşmadım, şaşmayacağım, can bedenden çıkmadıkça...” diye koyardı yazılarının son noktasını.
Bugün rotasını “laik, üniter, tam bağımsız Türkiye gerçeğini hazmedemeyenlere” çevirdiğine göre, sembolik olarak “can bedenden çıkmış” olmalı...
++++++
Tarih Vakfı’nı da çıkaracak mısınız?
HaberTurk’un manşetten duyurduğuna göre “Topkapı sarayında hemen her bakanlığın haksız yere işgal ettiği bir yer var” diyen Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ’Hepsini çıkaracağını’ söylemiş.
Ancak Topkapı Sarayı’nda “işgalci” durumunda olanlar sadece bakanlıklar değil. Müze Müdürü Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın ifadesi ile Darphane-i Amire binası da Tarih Vakfı tarafından “işgal” ediliyor. Burayı “Şehir müzesi kurmak” üzere 1995 yılında, 49 yıllığına kiralayan vakıf, iddiaya göre düğün ve kokteyl organizasyonları ile ’farklılıklara, çeşitli inanç , kültür ve kimliklere saygılı bir gençlik yetiştirilmesi’ne hizmet için başlattığı ’Ders Kitaplarında İnsan Hakları Taraması’ gibi AB destekli projelerinden fırsat bulup da binanın bakımını sağlayıcı tek bir çivi çakmadığı için Darphane-i Amire adeta çürümeye terk edilmiş, vakıf bu nedenle Kültür Bakanlığı ile mahkemelik bile olmuştu.
Bakalım Bakan’ın saray kurtarma operasyonu, ABD ekonomik sömürge politikalarının en büyük tasarlayısıcı / destekçisi Rockefeller Vakfı ve yine ABD’nin sosyo-kültürel, siyasal darbe planlarının sponsoru Açık Toplum Enstitüsü ile işbirliği yapan Tarih Vakfı’na uzanabilecek mi?
++++++
Özlediysen dergilerine geri dön
Hürriyet yazarı Mehmet Yakup Yılmaz dizilerdeki “Türk aile yapısıyla bağdaşmayan” görüntüleri sınırlayıcı bir hazırlık içinde olduklarını söyleyen Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’a vermiş veriştirmiş.
Kavaf’ı eskilerde kalmış bir dünyanın özlemi içinde olmakla suçlayan Yılmaz da farkında olmadan kendi geçmişine duyduğu özlemi dışavuruyor olmasın?
Yılmaz’ın, ortalama değerlere sahip hiçbir ailede anne, baba ve çocukların birarada yüzleri kızarmadan, başlarını nereye çevireceklerini bilemeden, en az birinin odadan kaçmasıyla veya kanal değiştirmek üzere kumanda arayışına girilmesiyle sonuçlanmadan izleyemeyeceği müstehcen sahnelerin yayın özgürlüğünü savunmasının arkasında, erkek dergilerinde çalıştığı yılların hasreti mi var yoksa?
Kavaf’a ‘pornomsu’ dizilerle ilgili soru yönelten gazetecinin kaderini paylaşmamak, “örümcek kafalı, yobaz, bağnaz, gerici”, Yılmaz’ın benzetmesiyle “Vakitçi, Zamancı, Yeni Şafakçı” ilan edilmeden, insanlara neyi seyredip, neyi seyredemeyecekleri konusunda herhangi bir dayatmaya karşı olduğumuzu belirtelim. Öte yandan sapıkça, ahlaki değerleri törpüleyici, aile yapısını zedeleyici nitelikteki yayınların, reyting uğruna “genel izleyici” saati ve kanallarına taşınmasına da karşıyız.
Bir kadının marifetmişçesine kocasını aldatması, bir oğulun babasının metresiyle sevişme sahneleri gibi çarpıklığı normalleştirmeye dönük görüntüler toplumun “genel eğilimi”ni yansıtmadığına göre, bu yayınların servisinin, sadece sapkınlığı tercih eden ‘özel müşteriler’e yapılması gerekmez mi? Maç yayınları, sinema hatta kimi çizgi film kanalları bile hazli haızrda şifreli izleniyor. Söz konusu olan ‘pornoya erişimin kısıtlanması’ olunca nedir bu panik anlamak mümkün değil.
Televizyonculuk ticari bir olay ise, niye malünün üretimi arz-talep dengesine bakılarak yapılmıyor da, arza uygun talep yaratmaya çalışılıyor?
Hem iktidarın eline, zaten heveslisi oldukları sansür için makul gerekçeyi vereceksiniz, hem de sansür deyince yüreğiniz hop hop zıplayacak, siz kimi kandırıyorsunuz anlamadık.
++++++
Doğan Grubu dama tahtası gibi
Odatv.com, Doğan Grubu’ndaki yer değiştirmeleri analiz etti. Buna göre Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin gazeteyi “Anadolu Ajansı gibi soğuk, tepkisiz, renksiz ve tavırsız bir görünüme sokan diplomat dili ve AKP’ye karşı ılımlı yayın politikası nedeniyle tiraj kaybına yol açtığı” gerekçesiyle görevden alındı. Yerine ise “Dişli ve Sevigen haberleri ile dikkat çeken” Vatan Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Tayfun Devecioğlu getirildi. Ergin, bundan böyle Hürriyet’te köşe yazacak. Odatv, Devecioğlu’nun koltuğuna da Vatan yazarı Mehmet Tezkan’ın getirileceğini ileri sürdü. Devecioğlu ile birlikte Vatan’ın üçüncü sayfa yazarı Güngör Mengi de Milliyet’e transfer oldu.
Gruptaki değişiklik zincirinin son halkasının Eyüp Can’ın Referans’taki koltuğunu Enis Berberoğlu’na bıraktığı yönünde olduğu ileri sürülüyor.
++++++
MİNİ YORUM
Karmaşa kuramı
İktisat profesörü Erol Manisalı, Cumhuriyet’teki köşesinde bir başka iktisatçı İrlandalı Prof. W. Brian Arthur’un geliştirdiği ve “en kötü seçeneğin bile uzun dönemde kendi dışsallıklarını ve gelişmesini yaratır hale” geldiğini öngören kuramını anlatmış. Manisalı’ya göre Turgut Özal’ın “Alışırlar, alışırlar” ifadesinin gerisinde örtülü bir Arthur gizli. Ne dersiniz Arthur Türk siyasetine ikinci sızmasını “hazmede, hazmettire” Erdoğan’ın ruhunda yapmış olabilir mi?