Medeniyetimizin abide şehri katledilirken
Yüksek Mimar ve Mütefekkir Ekrem Hakkı Ayverdi, “Fatih İstanbul’u kuşattığı zaman Bizans ne halde idi” diye soran gazeteciye aynen şöyle diyor: “Bizans bu dönemde bir fesat kumkuması halindeydi. Mikrop saçıyordu. Bizans, Bizanslı adına bile yüz kızartıcıydı, daha açık bir tabirle bizim şimdi içerisinde bulunduğumuz durumu yaşıyordu. Zannederim bu sorunuzun cevabı olacak.” (Hergün Gazetesi 29-30 Mayıs 1980) Allah’tan gayrisine kul olmamış iman, inanç adamı Ekrem Bey’in bu kurşun gibi cümleleri bugünkü halimize de tam uyuyor.
İşte bu abide şahsiyet, “Yahya Kemal’de Şehir ve Mimari” adlı makalesinde (YKE mecmuası sayı 2-1968 İstanbul) 45 yıl önce günümüzdeki perişan yapılaşmaya, ben bilirim saçmalıklarına ışık tutuyor. Yahya Kemal Enstitüsü’nün çalışmalarıyla Ekrem Bey ve Nihat Sami Banarlı üstadımız bu büyük şahsiyetin sade şair değil aynı zamanda muhteşem bir mütefekkir olduğunu ortaya koydular. İstanbul, Yahya Kemal’in düşüncesinde bizim tarihimiz, medeniyetimiz ve şahsiyetimizdir. Şöyle buyuruyor: “Farzımuhal olarak Türklüğün yeryüzünde güzellik namına başka bir eseri olmasaydı yalnız bu şehir onun nasıl yaratıcı bir kudrette olduğunu ispat etmeye kifayet ederdi.” Hüküm budur fakat ne fayda? Kendimiz bu kıymeti idrâk ediyor muyuz?
İstanbul’un Maslak semtini Manhattan’a benzeteceğiz diye gökdelenler dikmek ve bütünüyle İstanbul’u onun tarihi siluetini düşünmeden, kimliğinin değerlerini görmeden, anlamadan sözüm ona modern mimari eserleri ile doldurmak yanlışların en büyüğüdür. Bu şehirde neden tarihi eserler yakılıyor ve yok ediliyor? Bu hain eller kimlerin emrindedir? Ehliyetsiz insanlara yaptırılan restorasyon çalışmalarıyla kimliği değiştirilen, perişan edilen eserlerimizin sorumlusu kimlerdir?
Yahya Kemal bu makalesinde şöyle diyor: “Bir iklimin manzarası, mimarisi halkı arasında halis ve tam bir ahenk varsa orada gözlere bir vatan tablosu görünür. Türklük 500 seneden beri İstanbul’u ve Boğaziçi’ni bütün beşeriyetin hayaline böyle nakşetti. Mimarisini bu şehrin her tepesine her sahiline her köşesine kurarken: (Artık bu diyar dünya durdukça Türk kalacaktır) dediği hissedilir. Sonra da yeni baştan kurmuş olduğu bu şehirde yaratmış olduğu güzelliklerin en yüksek bir kıratta olduğunu söylemek lazımdır.”
Yahya Kemal, Bursa ve Edirne’yi Türk üslubunda yeni baştan inşa etmemizin İstanbul için örnek olduğunu, bu şehirleri milli meşrep ve zihniyetimizden milli dehamızdan gelen hâssalarla yaptığımızı bildiriyor. Yahya Kemal’in Süleymaniye Camii ile ilgili satırları günümüze ders niteliğindedir: “Milletimizin en büyük abidesi olan Süleymaniye’de kubbe dayanacağa yere yüklenmiş değil, adeta gökten inmiş de konmuş zannedilir” Ne yazık ki biz Süleymaniye’nin kıymetini dün bilemedik bugün de bilmiyoruz. Vatan çocuklarına milli kimliklerini bir tablo haşmetiyle gösterecek, öğretecek olan bu muhteşem yapının etrafı bir takım merkezlerin gayretiyle sistemli bir biçimde depolarla örüldü. Süleymaniye yeşil alanların ortasında: “Kendinize inanın. Büyük tarihinizin abidelerini görün tanıyın. Daha iyisini yapmak için muhtaç olduğunuz güç bu eserlerdedir” diyeceği günleri bekliyor. Heyhat! Bugün Süleymaniye’nin önüne dikilmiş bir acayip nesne sebebiyle cami görünmediği için, UNESCO, ’Dünya Kültür Mirası’ndan Süleymaniye’yi çıkarıyor. İstanbul ciddi, konusuna hâkim, yerli ve yabancı ilim adamlarının katılacağı toplantılarla ele alınmalıdır. Nereye cami yapılacağı, nerenin yeşil alan olacağı, 3. Boğaz köprüsünün bu şehrin kimliğine getirecekleri ve götürecekleri ciddi bir biçimde görüşülmeli, ilmi raporlar hazırlanmalıdır. Yahya Kemal’in sunacağım tespiti, gafleti affetmeyen bir kılıç ağırlığındadır: “Bizce Roma ve Bizans, Boğazı anlamadılar. Tanımadılar da İstanbul’un kadrini sanki bildiler mi? Bu iki devlet de tabiattan gafil idiler ve onun için hayatları da sonları da hırçın ve sefil oldu.”