Mahalli emperyalist!
İkisi de demokrasi vaadiyle sömürgeleştiriliyor. ABD bölüp parçalarken kukla iktidarları kullanıyor. Türkiye’deki “model ortağı”nın taşeronları ise “Kürt- Alevi çalıştayı” kadrolu kanaat önderleri...
Hükümet ne zaman açılacak olsa önce gazetecilere, peşisıra da STK’lara, yani bazı dernek, vakıf, platform, konsey gibi sivil toplum kuruluşlarına koşuyor...
“12 kötü adam” ve onları rol model alan çaylak devşirmeler, dönmeler, ihanet heveskarları, kapıkulları dışındakiler, bu tip “çalıştır-karıştır” davetlerine icabet etmeden önce iki kere düşünüyorlar:
1. Ben bu konunun uzmanı değilim, gazeteciyim. Oraya gidip niye ve ne konuşacağım? Görüşümü merak eden alır gazeteyi okur, öğrenir...
2. Ben bu açılım tarafı değilim kim adına konuşacağım...
Kendi aralarında “Bana bu onuru yaşattığınız için pişman olmayacaksınız, yüzünüzü kara çıkarmayacağım” cılar ve “Beni çağırmayacaklar da kimi çağıracaklar” çılar olmak üzere ikiye ayrılan ve kalemlerine kronik bir “maydanoz nöbeti” musallat olan gazeteci taifesi ile kar payı yüksek bir “kazanç kapısı” olan STK’lar, kendi ali menfaatlerini bu tip “seçilmiş” olma hallerinin devamında gördükleri için balıklama atlıyorlar davete...
“Toplumsal mutabakat” palavrasıyla bu kapıları aşındıran iktidara gelince...
Sözde çok demokratlar ya, her kesimi dinliyorlar. “Ala” derlerse ne ala, ertesi gün kimi köşesinden, kimi ekranından, kimi megafonundan, kimi kürsüsünden başlıyor iknasından sorumlu olduğu kesime “ballı börek” tarifi vermeye... Ağzınız biraz sulanmaya başladı mı, alın size “açılım kamuoyu”.
İçinde kimi ararsanız var da; bir Kürt, bir Alevi yok..
Diyarbakır çarşısındaki bakırcı çırağının, Kahramanmaraşlı Ökkeş ustanın, Erzincan’daki alevi dedesinin, Çorum’lu kadının sözünün ne önemi var?
Mecrası ister medya, ister sivil toplum, ister siyaset, ister sanat olsun; bu kanaat önderliği makamı da giderek “derebeyliği” ne dönüşmeye başladığı için bu “ağalar” nasıl olsa sözlerini geçirirler onlara... Kafa bu.
Beşir Atalay “Kürt açılımı”nın taraflarını dinlemek istiyorsa, kulağını İmralı’ya, Kandil’e değil, Diyarbakır’a, Bingöl’e, Şırnak’a, Van’a; oralardaki bir kahveye, berber dükkanına dayayacak...
Faruk Çelik “Alevi açılımı”nın taraflarının beklentisini merak ediyorsa, yüzyıllardır Türk kültürünün temel taşlarını oluşturan dalları bilinçli biçimde budayanları değil, yaylalarda, dağ köylerinde yaşayan Bektaşileri, Tahtacıları, Anadolu’nun Alevi Türkmenlerini dinleyecek.
Bir inanç sistemi, bir etnik kimlik, bir yaşam biçimiyle kucaklaşmaksa tek dertleri, onlara da, kanaat önderlerine yaptıkları gibi, üzerlerinde ağanın, şeyhin, şıhın baskısından, dışlanma tehdidinden uzak “güvenli” konuşma alanları yaratacaklar. Cesaretlendirecekler.
Bunu yapmak yerine, onları, şimdiki gibi, toplumu irili ufaklı parçalara bölen “örgüt ve lider” lerin sevk ve idaresine terk eder, bu kurugürültü arasında da tereyağdan kıl çekme stratejisini sürdürürlerse maksatları üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek demektir.
İktidar, “Dünyaya barış ve demokrasi getireceğim” diye beş kıtayı kan ve gözyaşına bulayan, taşeron liderler ve hükümetleri kullarak toplumları ırk, dil, din temelli çatışmalara sürükleyen ve kaostan kendi egemenlik alanını yaratan ABD’nin model ortağı olarak, okyanus ötesinde öğrendiği küresel sömürü teorilerini, Türkiye’ye has küçük ölçekli bir plan dahilinde, kanaat önderlerini taşeron olarak kullanarak uyguluyor demektir.
Buna da demokrasi değil, dense dense mahalli emperyalizm denir.
Katılmadım
çünkü gazeteciyim
Alevi Çalıştayına katılmadım. Çünkü ben gazeteciyim.
Bu gibi çalıştaylara katılmamın önündeki engel, “evrensel gazetecilik ilkeleri”dir.
Gazeteciler “yürütmenin” bir parçası bir unsuru değildir.
Biz fikirlerimizi yazarız, açıkça, halkın önünde söyleriz, gidip kapalı kapılar arkasında yapılan toplantılarda değil.
Bizim işimiz bu toplantılara katılmak değil, bu toplantıları izlemektir.
İzler, yorumlar, olumlu veya olumsuz eleştiririz. Ülke yönetme hevesiyle bu toplantılara katılanlara ben gazeteci demem.
Kendime gazeteci diyebilme hakkımı korumak için de böyle toplantılara katılmam.
Fatih Altaylı / HaberTurk
***
‘Ne kadar çok
hain varmış’
Tepebaşı’ndaki İngiliz Elçiliği’nin önünde bavullu, torbalı, çantalı, sarıklı, fesli insanlardan oluşan bir kalabalık toplanmıştı. Birbirleriyle itişerek panik halinde içeri girmeye çalışıyorlardı.
Düşmanla işbirliği eden bu hainler arasında kimler yoktu ki... Eski Şeyhülislam Mustafa Sabri, eski Adliye Nazırı Ali Rüştü, Maarif Nazırı Fahrettin, Sevr’i imzalayan filozof Rıza Tevfik, her karanlık işte parmakları olan Ayan’dan Vasfi Hoca ile Zeynel Abidin, İngilizci Hürriyet ve İtilaf Partisi Başkanı Albay Sadık, bu partinin yöneticileri, İzmir’i Yunanlılara teslim eden Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa, eski İstanbul Emniyet Müdürü Arnavut Tahsin, yazarlar Refik Halit Karay, Refi Cevat Ulunay ve Mevlanzade Rıfat...
Çevredeki esnaftan biri dayanamayıp öfkeyle “Ne kadar çok hain varmış” diye söylendi. İngilizler kendilerine hizmet eden bu insanları hava kararınca siyasi sığınmacı olarak Taşkışla’ya gönderdiler.
İngiliz Yüksek Komiseri Sir Rumbold Halife Vahidettin’in görüşme isteğini öğrenince 6 Kasım 1922 günü tercümanı ile birlikte kendisini ziyarete gitti.
Vahdettin sözü uzatmadan sordu:
“İki yıl önce yetkili makamlarınız, bir tehlike olduğu takdirde, beni koruyacakları hakkında söz vermişlerdi. Bu söz şimdi de geçerli mi?”
“Evet efendim şimdi de geçerli.”
Vahdettin 10 gün sonra General Harrington’a gizli bir mektup gönderdi:
“İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devlet-i fahimanesine iltica ve bir an evvel İstanbul’dan Mahall-i ahara naklimi talep ederim, efendim. 16 Kasım 1922. Müslümanların Halifesi Mehmet Vahdettin.”
Ertesi sabah saat 06.00’da İngilizlerin gönderdiği iki ambulansla iki otomobile bindirildiler ve Kabataş rıhtımına getirildiler.
Oradan İngiliz bayrağı taşıyan bir motora bindirilerek açıkta bekleyen Malaya Zırhlısı’na götürüldüler.
Motor, Malaya Zırhlısı’na yanaştığında Vahdettin General Harrington’a teşekkür ettikten sonra “Eşlerimi size emanet ediyorum general” dedi. İngilizlere sığınarak ülkesinden kaçtı. Bu kaçışla Osmanlı İmparatorluğu tarihe gömülmüş oldu.
n Anlattığım olaylar Turgut Özakman’ın Cumhuriyet Türk Mucizesi kitabından alınmıştır.
Tufan Türenç / Hürriyet
***
GÜNÜN SORUSU
Yakın bir geçmişe kadar PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmediği için DTP ile görüşmeyen En Büyük Devlet Büyüğü, dün liderlerin Meclis’teki konuşmalarını izledi ve sadece DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ü alkışladı.
Yoksa DTP, PKK’nın terör örgütü olduğunu kabul etti de benim mi haberim olmadı?
Mustafa Mutlu / Vatan
***
Altı saat boyunca top çevirdiler
Dünkü Meclis toplantısının en başarılı konuşmacısı kuşkusuz Tayyip Erdoğan’dı!.. Muhalefet liderleri tarafından ifade edilen kuşkuların, soruların, merakların, eleştirilerin hiçbirine cevap vermeden bir saati aşkın konuşmayı başardı...
Deniz Baykal’ın en azından şu suçlaması cevap bulmalıydı:
“AKP ile PKK arasında dirsek teması kurulmuştur...”
Açılım tartışması gelip gelip hep bu noktada düğümleniyor. Ne var ki, bu suçlamalar Tayyip Erdoğan’dan hiç mi hiç cevap bulamıyor. Beşir Atalay’ın sözünü ettiği adımlar bir açılım sayılmaz... PKK terörünü önlemeye yetecek adımlar değil... PKK terörü nasıl önlenecek? Cevabı beklenen ama bir türlü alınamayan kilit soru bu...
Melih Aşık / Milliyet
***
Tarihi tiyatronun oyuncuları
Meclis çatısı altında tam anlamıyla “tarihi” bir tiyatro izledik.
Hükümetimiz Meclis’e bazı kanun tasarıları getirecek. Bu yasa veya anayasa değişiklikleri Meclis’te tek tek oylanacak. AKP grubu tüm bu değişiklikleri yapacak çoğunluğa sahip olduğu için de öngörülen her neyse kabul edilecek. Ardından tarafsız Cumhurbaşkanı bu değişiklikleri onayacak.
Elbette birileri Anayasa Mahkemesi’ne bu yasaların iptali için dava açacak.
Malumunuzdur. Türkiye’de artık tek bir kuvvet var. İktidar. Ve iktidar da aslında tek kişi... Başbakan Erdoğan.
Artık bir sistem krizi yaşıyoruz.
Bu krizi sonlandıracak güç kimin elinde?
Meclis’in. Yani milletin...
Bu ülkenin uluslaşma sürecini tersine çevirmeye yönelik bir girişimi hep beraber izledik.
Cumhuriyet’in artık bir başka yapıya doğru kayıp kaymadığını bu kanun maddeleri geldiğinde göreceğiz.
O gün geldiğinde; bıçak kemiğe dayandığında yapabilecekleri tek bir şey kalır.
Sine-i millete dönmek. Aldıkları ehliyeti devletin bekası için iade etme onurunu gösterebilmek. Şayet, sine-i millete dönmezlerse, yaşananların tiyatro olduğuna, dün iktidara karşı etkileyici konuşmalar yapanların, alkışlayanların da şahsi çıkarlar peşinde koşan iyi birer oyuncu olduğuna inanacağım.
Serdar Akinan / Akşam
***
Ey vatan;
yetişti onlar!
Atatürk’ü “deccal”, Cumhuriyet’i “dâr-ül harp” belleyen, emperyalizmi kınamak için miting yapacak olanlara “Kanlı Pazar”da saldırmadan önce 6. Filo’yu kıbleden sayıp ibadet edenler başımızda.
Adalet onlar, demokrasi onlar, açılım onlar, dediğim dedik öttürdüğüm düdük onlar.
Ey vatan gözyaşların dinmesin, yetişti çünkü onlar...
Işık Kansu / Cumhuriyet
***
Sizler, daha çok dizinize vuracaksınız...
Kimisi buna “karşı devrim” diyor. Kimisine göre de; faşizm... Bence her ikisi de...
İyi ama bunlar sizin eseriniz...
İşadamıysanız: Türkiye’nin nereye gittiğini bildiğiniz halde, sırf iktidara yanaşmak için her fırsatta gazetelere-televizyonlara çıkıp ikiyüzlülük yaptınız... Kör ettiniz gözlerinizi...
Aydınsanız: Kiminiz Atatürk’e, laikliğe, cumhuriyete, devrimlere, Türkiye’nin ordusuna saldırmayı aydın olmak saydınız...
Bürokratsanız: Bir koltuk bir masa uğruna, devletin memurları olduğunuzu unuttunuz da sattınız kişiliğinizi...
Akademisyenseniz: Avanta ünvan, beleş etiket, ikbal uğruna teptiniz bilimi de ilimi de...
Medya iseniz: İktidarın canını sıkacak haberleri çöpe attınız... Manşetleriniz gündemi saptırdı... Gerçekleri insanlardan gizlediniz... Başbakan’ın uçağına binmek için, Cumhurbaşkanı’nın sofrasına oturmak için yarıştınız... İktidarın kızdığı yazarlarınızı kovdunuz... Her biriniz birer iktidar yakını bulup yazıişleri masasına oturttunuz ya da köşe açtınız...
Yargıçsanız: Kiminiz önünüze gelen “sindirme, bastırma, dinleme” kararlarına bastınız imzayı... Kiminiz iktidar müfettişlerinin kanunsuz istemlerini hukuk saydınız...
Yazık... Daha çok dizinize vuracaksınız...
Bekir Coşkun / HaberTurk
***
Çift kimlikli çözüm
Fehmi Koru, önce “Mahremiyete tecavüzün daniskasıdır telefon dinlemek...” dedi, sonra da “Ona göre konuşun...” tavsiyesinde bulundu... Madem tecavüzün daniskası neden suçu işleyen değil de kurban çekecek cezasını?
“Tahrik edici giyindiği için tecavüze uğradı” diyen kafayla “Tahrik edici konuştuğu için mahremiyet alanı gasp edildi” diyen kafanın ne farkı var?
***
MİNİ YORUM
Tek kelimeyle vicdansızlık
“Daha fazla şehit gelsin, daha fazla bağıralım istiyorsunuz...” Bir insanın böyle bir şey söyleyebilmesi için tek kelimeyle vicdansız olması gerekir. Kişi kendinden bilir, demek ki ve yazık ki, istediğini alabilmek için insanların canı dahil herşeyi gözden çıkarmaya hazır, ‘üç can eşittir üç bin oy’ hesabı yapabilecek kadar insanlığını kaybetmiş bir zihniyet tarafından yönetiliyoruz...