Madalyonun diğer yüzü: -1- Quo Vadis - Fe Eyne Tezhebûn...
Madalyonun lekeden, günahtan, haramdan, görgüsüzlükten, küstahlıktan, gafletten, hıyânetten ibâret iktidar yüzünü yazıyoruz, yazacağız da; bu milletin ve devletin sırtından düştükleri güne kadar. Lâkin madalyonun bir de arka yüzü var; 11 yıldır iktidarın hiçbir marazını görmeyip, birden bire iktidarın bağırsaklarında ne kadar pislik varsa ortaya dökmek üzere harekete geçen ve 11 yıllık sessizlikleri ve destekleriyle tüm marazlara ortaklık eden bir yapıdan söz etmek de kendi adımıza tarihe ve gelecek nesillere bırakılması gereken bir not olmalı.
***
Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar dudaklarından hiç eksik olmayan tebessümleri, ölçülü ses tonları, mahçûp yüzleri, birbirine bağlanmış elleri, ayak ayak üstüne atmaktan içtinâb eden müeddep tavırları, her dâim yere bakan gözleri, ütüsüz pantolonları, altı lâstik ayakkabıları, pantolonun üzerine sarkan yine itinâsız gömlekleri, ergenlikle birlikte dudaklarının üzerinde peydâh olan ve mübâlaalı bir terbiye görmüş bıyıklarıyla bir gençlik varmış.
Dur durak bilmeden, usanmadan, bıkmadan, yorulmadan, öf demeden, dinlenmeden, yüzlerini buruşturmadan aşk ile ve dâhi vecd ile güne başlayıp, uyku hârici zamanlarını hizmete vakfeden, ellerinde gazete tomarlarıyla gâh kovulduklarına, gâh tahkir olduklarına aldırış etmeden bir kapıya onlarca kez giden ve abone kampanyalarının amansız mücâhidliğini yapan, aç bî ilaç, karın tokluğuna ayaklarındaki tabanı lastik ayakkabılarla sokakları arşınlayan, esnaf kapılarını her Allah’ın günü tavâf eden gençlermiş bunlar.
Akşam olduğunda “evleri” ne dönerlermiş; yorgun, bîtâp, tabanları sızlayarak. Mütevâzı evlermiş bunlar. Yerlerde en incesinden bir halıflex, duvarlar itinâsız ama temiz badanalı, demir ranzalar, tek renk nevresimler, çarşaflar, mutfağında esnaf ağabeylerinin yolladığı mütevâzı erzak ile yaşarlarmış. Misâfirleri geldiğinde ya da bir cemiyetleri olduğunda “maklûbe” isimli speciallerini yaparlarmış ikram için. O huzurlu evlerinde yalnızca, aboneliği için hayatlarını adadıkları “gazeteleri” bulunurmuş iletişim aracı olarak, radyo ve televizyon zinhar yasakmış. O gazete öyle bir gazete imiş ki, muhibi oldukları zât-ı âlileri, o gazete için, (son zamanlarda artık hiç işitilmese de), gördüğü bir rûyada Hz. Peygamber’in kendisine, “Zaman gazetesine uzanan el Fâtıma’nın eli olsa keserim” dediği türden bir gazete imiş, zamânının râviyân-ı ahbârı ve nâkilân-ı âsârının dilinden düşmeyen bir rivâyetmiş bu.
Mûtad “sohbet” lerde “Asya’nın bahtının miftâhı meşveret ve şûrâdır” retoriği ile irşad olan gençlerin, “meşveret ve şûrâ” dan savruldukları yerin adı “rûyâlardan devşirilen emirler”miş. Bu satırların yazarının da bir dost dâvetiyle ilk ve son kez iştirâk ettiği yıllar evvel ülkelerinin başkentindeki bir kolejin büyük salonunda tertip edilen “himmet toplantısı”nda, şehrin esnafının, sanayicisinin lebâleb doldurduğu hazirûna va’z eden zât-ı âlileri, kürsüden sâhâbe-i kirâmın ne kadar hudutsuzca “tasadduk” ettiğine dair cümle örnekleri gözyaşları refâkatinde anlatırken, bir rûyasını da naklediyor. Rûyasında bir ormanlık alanda, sisli bir sabahta karşısında silûet hâlinde üç kişi görür, tanımağa çalışır o üç kişiyi. Üç kişiden sağdaki kendisine yaklaşır, o Ömer’dir, “Hulefâ-i râşidinden Ömer”. Ardından soldaki yaklaşır kendisine, o da “İkinin ikincisi Ebû Bekir” dir. Her ikisi de tertîb edilen “himmet toplantısı”nın “sebeb-i hikmetinin makbûl” bulunduğunu söylerler, “Allah mübârek etsin”dir. Zât-ı âlileri, üçüncü kişiyi, ortada duran kişiyi sorar, heyecandan titreyerek, “O derler, O... Hz. Peygamber, o da hayırlı olsun diyor”. Muhteşem kalabalığın ağlamaktan gözleri şişer(bu satırların yazarı ve bir arkadaşı hâricinde herkesler ağlıyordur), cezbeleniyorlar. Ve salonu dolduran esnaf ve sanayiciler “hûlûs u kalp” ile “tasaddukları”nı “lâyık-ı vechi”yle yaparlar. Bu arada salonun kürsüye yakın kısmındaki ara kapı aralanır, içeriye elinde üstü örtülü bir tepsi ile iki “hizmet ehli” öğrenci girer. Ellerindeki tepsiyi “abileri” nden birine verirler, kulağına bir şeyler söyleyerek. “Abileri” de zât-ı âlileri’ne iletir hem tepsiyi hem de mesajı. Zât-ı âlileri, kendisini arkaya atarak hıçkırmaya başlar ve “bizler tasadduk ettiğimizi ve vazgeçebildiğimizi sanıyoruz”, şu sabîler himmet toplantımızın sebeb-i hikmetini öğrenince kollarındaki saatleri sıyırarak bizim de katkımız olsun diyerek bize yollamışlar” der. “Himmet içre bir himmet” daha vukû bulur ve ortadaki büyük masa tapular, araba anahtarları ve çeklerle dolar.
Himmet toplantısının sebebi hikmeti efendim, o şehirde kurulması planlanan Hacı Bayram-ı Veli isimli bir üniversitedir ve o gün bugün o üniversite kurulmayı bekler...
O hizmet ehli gençlerin yurtları da varmış, evlerine benzer bir itinâsızlıkla estetik kaygılardan azâde olarak tefriş edilmiş ama tertemiz yurtları. Gazetenin dışında hiçbir iletişim vâsıtasının girmediği, etüd odalarında ders çalıştıkları, her türlü hizmetini kendilerinin gördüğü yurtlarını ev edinmişler, yuva edinmişler uzun yıllarca.
O huzur dolu evlerin ve yurtların “abi”leri varmış, “ev abi”leri ve “koğuş abi”leri. Aslında akran oldukları, mahalledeki bir boş arsada, üç kornerin bir penaltıya tekâbül ettiği çift kale maç yapabilecekleri, sinemaya gidecekleri, delikanlılığın her türlü yaramazlıklarını birlikte yapabilecekleri ama kendilerinden yalnızca bir dönem kıdemli otoriter “abi”leri. Evlerine ve yurtlarına onlardan izinsiz girip çıkamadıkları, akşam giriş saatini kaçırdıklarında hesap verdikleri, yanılıp şaşarak gittikleri bir sinemanın ya da maçın bedelini okkalı nasihatlerle ödedikleri “abi”leri.
O gençler delikanlılık eyyâmında, sinemalara, tiyatrolara gitmemişler, alenen takım taraftarı olmadıkları için bir futbol maçını tribünlerin heyecanıyla izleyememişler, takımları aleyhine karar veren hakeme “haddini bildirememişler”, televizyondan mahrum kalmışlar, Erkan Oğur’u, Sezen Aksu’yu alenen dinleyememişler, “ben sende tutuklu kaldım” derken Sezen Aksu, onlar kimselerde tutuklu kalamamışlar, tutukluluk bir yana, büyük bir “gözaltı”nda yaşarken gençliklerini, bir sevgiliyle “gözaltında” kalamamışlar, delikanlılık günlerine bir sevgili sığdıramamışlar, bir camın önünde “acaba görür müyüm cemâlini?” diyerek yağmurda ıslandığını hissetmeden bekleyememişler, “acaba geçer mi?” ihtimâline kendilerini koyverip bir sokağın başında “sigaranın dumanına” saramamışlar bekleyişlerini ve derin nefesler çekip delikanlılık dumanlarına karışamamışlar...
Not: Devam edeceğiz