Liberal mafya ailesi
Ahmet Hakan ile Mehmet Barlas arasındaki polemiğin uzaması, Türkiye’de “liberal, demokrat, aydın” geçinen kesimlerin, kendilerini eleştirenlere karşı takındıkları “tahammülsüz ve despotça” tavrı su yüzüne çıkardı
Barlas Ailesi’nin güdümündeki internet sitesinde bir yazı okudum.
Yazıda Hrant Dink cinayetiyle ilgili yazdığı kitapla uluslararası alanda ödül kazanan gazeteci Nedim Şener için şöyle bir cümle var:
“Ermeni çocuğu Hrant Dink’in ölümüne, bizim Hanefici Nedim acaba neden bu kadar çok sahip çıkıyor?”
Yetmiyor, aynı yazıda ben de tehdit ediliyorum.
Şöyle diyor “liberal aile”nin yazarı:
“Ahmet Hakan çok konuşmaya başladı. Yakında bazı şeyler olursa niye oldu diye sormasın. Yaptıklarının sonucu ve yazdıklarının mükafatı deyip fazla dürtüklemesin. Unutmasın, son olarak geçirdiği kazayı kolunu kırarak kurtarmıştı. ’Men dakka dukka’. Dilerim hatırdan çıkarmaz, kendine çekidüzen verir.”
Bu yazının üstüne Barlas Ailesi’nin tüm bireylerinin Twitter’da nasıl çirkinleştiklerini de ekleyelim.
Sonuç?
Sonuç şudur:
Ben Mehmet Barlas’ı “Otağtepe Dükü”, zevcesi Canan Barlas’ı “Etiler düşesi”, kerimesi Ela’yı “Çengelköy prensesi”, mahdumu Cemil’i ise “Etiler veliaht prensi” sanıyordum...
Meğer bunlar basbayağı liberal mafya ailesiymiş yahu...
* Ahmet Hakan / Hürriyet
++++++
Ne oldu; kont mu oldun!
Geçen gün Ertuğrul Özkök bir
“Beyaz Türkler” analizi yaptı.
(...) Türkiye’de “Beyaz Türk” diye
bir şey de yok.
İçimizdeki en beyaz, olsa olsa “yumurta kabuğu” rengindedir.
Hiç unutmuyorum,
Türkiye’nin önemli ailelerinden birinin büyüklerinden bir kişi “ne kadar köklü ve soylu” bir aile olduklarını anlatırken, hayli “harbi” bir tip olan kız kardeşi lafa girmiş, “Ne çabuk unuttun çocukluğumuzda 3’ümüzün aynı yer yatağında yattığını. Ne oldu, kont mu oldun” demişti.
Biz Türklerin beyazlığı bu kadardır.
Hepimiz aynı rengiz. Biraz açık, biraz koyu.
* Fatih Altaylı / Habertürk
++++++
Yoksa “TARAF” mıyız!
Şöyle bir resim çiziliyordu sanki: El Kaide Avrupa’yı vuracak. Ancak 11 Eylül saldırılarında olduğu gibi, saldırıyı Araplar değil bu sefer Türkler yönetecek. (...) Sanki
birileri Türkiye’yi ve Türkleri küresel terörle iç içe göstermek istiyor. (...) Bizim
gazeteler de, hiç sorgulamadan bu
senaryoyu sahiplenip pazarlıyor. (...) ...gazetelerimiz, böyle kesinleşmemiş iddiaları sahiplenmektense, sadece 2010 yılında Pakistan’da tam 78 insansız hava aracı saldırısı
olmasını ve yüzlerce sivilin hayatını kaybetmesini, ülkenin iç savaşa sürüklenmesini sorgulasa, bu bölgede kimler hangi “Büyük Oyun”u oynuyor diye sorsa, küresel bunalımın yeryüzünün hangi bölgelerini neden kaosa sürükleyeceğine kafa yorsa, okuyucularının ufkunu açmayı denese daha iyi olmaz mı?
Bugünlerde servis edilen haberlere özellikle dikkat etmek gerekirken benzer iddiaları pazarlamak nasıl açımlanabilir?
Yoksa “taraf” mıyız!
* İbrahim Karagül / Yenişafak
++++++
Seni yemişler hoca!..
El Kaide’de F16 pilotu Türk subay varmış, Pakistan istihbaratı tespit etmiş.
*
“Bunlar yakında New York’taki ikiz kuleleri bizim Genelkurmay’a bağlar” diyorum, inanmıyorsunuz bana... Siz bakın, Cinnah’ın ölümünü evirip çevirip Gandi Kemal’e yıkmasınlar!
*
Şaka bir yana...
Pakistanlı ceymis bont’ları rencide etmek istemem ama, o arkadaş subay filan değildir, pilot hiç değildir.
Sadece Türk’tür.
*
Dikkat ederseniz, öyle pırpır uçak, F104, Fantom falan kesmemiş...
Direkt F16 kullanıyor.
Sorsanız, uzay mekiği de sürüyordur.
*
“El” âlem bilmez çünkü.
“Kaide”dir bizde.
Uçulur.
*
Hatırlarsınız, tiyatrocu çıktı, “Rumları alnından vurdum, Yunan askerlerini doğradım, et yiyemiyorum hâlâ, burnuma ceset kokuları geliyor” dedi, askerliğini mutfakta yaptığı ortaya çıkınca, “Cümlemi bitirmeme müsaade etmediler” diye yakındı... Maazallah, cümlesini bitirmesine müsaade edilse, “Makarios’un rahibelerini yatağa attım” da diyebilirdi.
*
Her kadın bi Rambo’yla evlidir Türkiye’de... Kaplumbağa yedim, kobrayı sote yaptım, tam teçhizatlı 50 kilometre koşardık, 8 gün uyumadım, Antalya açıklarında firkateynden denize atladım, denizaltıya bomba yapıştırdım, çarşı iznine tankla çıktım, albayın kızı hastaydı bana, nişanlıyım o zamanlar tabii, yüz vermedim. Kenef nöbeti tuttu halbuki...
*
Askerlik şubesinde şofördür mesela, aç bak albümüne, bütün fotoğrafları beline kadar karda, gözaltları kömür boya...
Zannedersin, Pakistan’da gizli harekâta katıldı, Himalaya’da şerpa.
*
“Ya sen?” diyeceksiniz haliyle... Bi tane fotoğrafım var kendi payıma, ben ve 9 arkadaşım, hamamın önünde sırıtıyoruz... Havanla 200 metreden namlucuk atışı yapıp, 350 metrelik sapmayla vurduğumuz hamamın önü yani, hatıra... Dünya askerlik tarihine geçen kabiliyet düşmanı manga!
*
Veya, kulak verin başbakanımıza... West Point’ten bröveli gibi “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir canım kardeşim” diye öğretiyor ama, kantinde bisküvi kolileriyle şafak saydı aslında.
*
Netice itibarıyla.
Biz birbirimizi biliyoruz da...
Bin Ladin agresif adam, ona nasıl anlatacağız, “seni yemişler hoca...”
* Yılmaz Özdil / Hürriyet
++++++
Van il Genel Meclisi’nin BDPli üyeleri, yüzlerindeki kar maskeleri ile toplantı salonuna girince olay oldu!
Oysa ki yıllarca siyasetçilerimiz yüzlerindeki görünmez maskeler ile halkımızın karşısına çıkıyorlardı ve tepki görmüyorlardı!
BDP’liler gerçek maskelerini gösterdiler, tebrikler.
Keşke diğer siyasetçilerimizin maskelerini de görebilsek...
* Engin Balım
++++++
‘Yanlış’ genlerinizi programlayanlarda olmasın...
Mehmet Ali Erbil’in canlı yayında “Mum söndü mü yapıyoruz” demesi üzerine başlayan “tartışma”ya katkı anlamında, 1923’ten bugüne yapılmış “gaf”lardan bazılarını listeleyip yollamış Necdet Saraç:
“Yıl 1923: (Son baskı 1999): Türk edebiyatın önemli isimlerinden Yakup Kadri Karaosmanoğlu, ’Nur Baba’adlı romanındaki bölüm başlıklarından biri şöyle: ”Bir Bektaşi Tekkesinde Mumlar Nasıl Söner“...
Yıl 1973: Hüseyin Rahmi Gürpınar ’Toraman’ adlı romanında şöyle yazar: ”Mezhebi geniş adam...Kızılbaş mıdır nedir”
Yıl 1977: Dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan, “Aydınlık Türkiye İçin Bir Dakika Karanlık” eylemleri için “Mum söndü oynuyorlar” dedi.
Yıl 1988: Zaman Gazetesi’nin bulmaca köşesinde soruyor; “Ehli sünnet dışı sapık bir mezhep?” Cevap: Aleviler.
Yıl 1989: Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulunun 2 Mart 1989 tarih ve 1420 sayılı yasa ile eğitim ve öğretim açısından uygun bulduğu İngilizce sözlükte Ensest sözcüğünün Türkçe karşılığı şöyle yazılmış: “Akraba ile zina, Kızılbaşlık”!
Yıl 1994: Güner Ümit 9 Ocak tarihinde televizyon programında hamile bir kadın rolündeki arkadaşına sanki çok doğalmış gibi “sen Kızılbaşlar gibi babandan mı aldın o çocuğu” der.
Yıl 2004: Yine Milli Eğitim Bakanlığı, tarafından ilk ve ortaöğretim öğrencilerine önerilen 100 Temel Eser arasında yer alan Ömer Seyfettin’in “Harem” adlı yeni baskı kitabında...Kabilenin bütün erkekleri, bütün kadınların musavi surette kocası imiş... Doğan çocukların anası babası da kabilenin, bütün halkı imiş. Bu hal ayin gibi hala bazı cemaatlerde devam eder. Mesela Kızılbaşlar gibi...”
Yıl 2007: İnternetten Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne girip “mum söndü” diye yazdığınızda karşınıza şu cevap çıkıyor: “Cem ayinlerinde, aydınlatmak için kullanılan mumun tören bitiminde söndürülmesinin yanlış yorumlanmasıyla ortaya çıkmış bir inanış.”
Yıl 2009: Star Tv’de bir programda kendisinden küçük bir kadınla evlendirilmek istenen kişi sunucuya sorar:“Kızım ben Kızılbaş mıyım?”
Yıl 2010: Yer yine Star Tv, bu kez Mehmet Ali Erbil sorar: “Mum söndü mü yapıyoruz burada?”
Saraç bu “kirlenmişiliğin”, “genlerimize yerleşmiş bir ezberden” kaynaklandığı iddiasında... Bana göreyse tam tersi; “genlerimizin ezberinin bozulması” yahut ezberinin demeyelim de “şifresinin bozulması”yla ilgili bir durum bu. Olmadığımız bir şeye dönüştürmeye çalışmak yerine kim olduğumuzu öğrenmemizi sağlayan bir eğitim sisteminde yoğrulsaydı zihinlerimiz, çok farklı olurdu herşey şüphesiz....
++++++
Möö’ler katılıyor
Başbakan bağırınca... Yerli et üretimi yükselmiyor. Bürokratın ödü kopuyor. İthalattan vergi indirimi yapıyor. AB’den ithalat kapısı açıyor. İthal izin belgesi kotasını arttırıyor. Canlı hayvanı yabancı ülkedeki ahırında görüp inceleyecek “yabancı canlı büyükbaş seçici heyetleri” oluşturuyor. Harcırahları, yol paraları, otel masrafları verilen heyetler Avrupa’ya “mööö... seçmeye” gidiyor. Bu kadar çaba, önlem! Et fiyatı düşmüyor! Tarım çökmüş. İthalat tırmanıyor, yıllık tarımsal ve gıda ürünü ithalatı 10 milyar dolara koşarken fiyatlar da yükselmekte.
Mööö’ler katıla katıla.
* Necati Doğru / Sözcü
++++++
Uçak nasıl düştü bilmem; gazeteciliğin düşüşü suikast sonucu
Ümraniye Soruşturmasını yürüten Savcı Zekeriya Öz’e ifade veren emekli Albay Arif Doğan’ın “açıklamaları” olay oldu.
Hiç tereddütsüz söyleyebilirim “tarihi” nitelikteydi ifadesi.
Bir kere “tanık” sıfatıyla verdiği ifadede “Bitlis’in helikopteri kaza sonucu düştü” diyerek, medyanın tamamına yakınını “terse” yatırıp, muhabirinden editörüne herkesin, işini ne kadar “dostlar işte görsün diye” yaptığını belgelemiş oldu. Bir kişi de çıkıp “Ne helikopteri yahu, uçak değil miydi düşen?” diye sormadı örneğin!
Doğan’ın yahut bütün diğer Ümraniye sanık ve tanıklarının ifadelerini hangi psikolojiyle, hangi baskılar altında, hangi niyet veya beklentilerle verdiklerini bilmiyoruz... Altaylı’nın bahsettiği “emekli asker” psikolojisinin bünyelerine tezahürünü de... Akıl sağlıklarını korumak konusunda da bir savaş veriyorlar, tek bilebildiğimiz bu... Ya gazeteciler...
Doğan’ın ifadesini alıp bu bariz “yanlış”a, “çelişki”ye, “tutarsızlığa” dikkat çekmeden löngedenek manşete koymak da ne oluyor...
Başta Hürriyet internet sitesi yöneticileri olmak üzere, bütün gazeteci arkadaşları 6 Ekim günü sergiledikleri performanstan ötürü ayakta alkışlıyoruz;
Doğan’ın sözlerini haber yapanı...
O haberi manşetten yayımlayanı...
Ülkenin en yakın tarihinden, son 20 yılından dahi bihaber olup “gazeteciyim” diyeni ayrı...
Bitlis’in uçağı kazayla mı düştü bilmem, ama gazeteciliğin ciddiyetine suikast düzenlendiği açık.
Üniversitelerde “sivil polis” sisteminin yaygınlaşması istenmiş.
“Sivilleşme” dedikleri buymuş meğer...
* Haldun Ertem
++++++
MİNİ YORUM
Bitkisel kalem
Bütün karizması hallaç pamuğu gibi didik didik edilen bir yazarın, “sinirlerimi aldırdım” raporu niteliğindeki “cevabı”nı okudum kimi başka yazarlara. Kaygı vericiydi hali; insanı insan yapan bir takım özellikleri devre dışı bırakmış gibiydi. “Robotlaşmış”. Yogo seansından bildiri gibi, pelteleşmiş zihni. Zarafet de iyi güzel de, “öfke”yi sevmeliyiz bence, “tepki”dir çünkü... “Nefret”i bile; “duygu”dur o da... Bitkisel hayatta olmadığımızın kanıtıdır ikisi de...