Kruvaze üniformamdır, has kullarım var

Eski Kara Kuvvetleri komutanlarından Namık Kemal Ersun, re’sen emekliye sevk edildiğini öğrendiği zaman “Bu üniforma benim tenim olmuştur, ben şimdi ne yapacağım?” diye sormuş. Kruvaze ceket de benim üniformam, hatta alamet-i farikam olmuştur. Beni, Türk toplumu, önü sımsıkı ilikli kruvazem ile görüp tanımıştır, ebediyyen de öyle görecektir. Asla, hatta gölgede 42 derece sıcakta dahi çıkarmam kıymetli kruvazemi, düğmelerini de açmam. Öylece çıkar seçim otobüsüme, atarım nutkumu ve de ipimi. Hah hah ha!.. İmajmış, imaj-maker’mış, geçiniz bunları efendim geçiniz! Haddini bilmezin biri ne diyormuş arkamdan biliyor musunuz (yüzüme diyemezler, çok sertimdir) : “Kruvazemi ve kravatımı çıkarıp atmalıymışım, tişört ya da kısa kollu gömlek giyip, hilal bıyık bırakmalıymışım”. Beni hiç kimse bildiğimden ve bellediğimden ayıramayacaktır; onlara o fırsatı asla vermeyeceğim. Resmîyim ben resmî!.. Ne demiş atalarımız “Resmîyet başka, hususiyet başka”. Resmîyetimi bozacak, hususiyetime nüfuz edecek adam daha doğmadı anasından!
Bir başkası da sesime takmış. Diksiyon ve tonlama bilmiyor muşum, diyaframımı ayarlayamıyormuşum, bu yüzden de, konuşmaya başladıktan 5 dakika sonra, sesim düşüp, bulutlu havadaki radyo gibi parazit yapıyormuş. Spikerlerden ve tiyatroculardan dersler almam gerekirmiş, o zaman vurgu ve tonlamaları doğru ve yerinde yaparmışım, bağırmanın gereksizliğini de anlarmışım. Kağıttan da okumamalıymışım, kağıttan okumak, hitabetin büyüsünü bozarmış. Dinleyicilerle aktif ve doğru iletişim kurmak için atmalıymışım o kağıtları; sohbet eder gibi; nüktelerle, fıkralarla, özdeyiş ve şiirlerle süslemeliymişim konuşmamı, mesajımı bunlar aracılığı ile vermeliymişim; daha kalıcı ve etkili olurmuşum. Laf bunlar laaf!... Bir surat ederim bunları diyenlere, görürler günlerini.
Televizyon söyleşilerine de seçimden seçime çıkıyorum.. Hep bu ukala-münafıklar yüzünden. Efendim, zamanı ve sözü ekonomik kullanmak gerekmiş, en kısa cümlelerle vermeliymişim mesajımı. Bunu, iletişimciler ve televizyonculardan kolayca öğrenirmişim. Ben çıkıyormuşum ekrana, bana cam’ı soruyorlarmış, ben kum’dan başlıyor, cam’ın cam oluncaya kadar ki bütün üretim aşamalarını ayrıntısıyla anlatıyormuşum. Cam bitince de program bitiyormuş. Program bir cam programına dönüyormuş. Ben hâlâ kendimi Üniversitede sanıyormuşum, akademik ağız ve yöntemle konuşuyor, dipnotları bile ihmal etmeden anlatıyormuşum gereksiz yere. Sadık kodamanlarımdan “Banko Meral” i çağırıp sordum: “Elbette kum’dan başlayacaksınız efendimiz; denizde kum sizde fikir, kumla oynamadan cam yapılır mı? Kıskanıyorlar sizi. Kıskananlar çatlasın!” diyerek teselli etti beni.
Şu yeni “Has Kullarım” a da iyi bir gözdağı verdim, topladım alayını, “Abdullah ne demek lan, Allah’ın kulu demek, Allah’ın kulundan ne istersiniz, bırakın nereye isterse oraya çıksın, bize ne!” dedim, gıkı çıkmadı hiçbirinin. Böyle işte, gözlerinin kurdunu kıracaksın en başta. Kırdım ve rahatladım. Çağırdım Ferdî’yi “Patlat lan bir acılı arabesk” dedim, asıldı gardaşım, Allah’ına gurban olduğum. Yanımda bir Fazıl Say, bir İnci Çayırlı, bir Alaeddin Yavaşça, bir Mehmet Özbek, bir Muzaffer Ertürk, bir İrfan Gürdal, bir Alihan Samedov göremiyorlarmış, şair ve yazarlara ise yıldızlar kadar uzakmışım. Eee ne yapalım yani, işinize gelirse, ben böyleyim işte, suyuna pilav salınmaz bir adamım.

Yazarın Diğer Yazıları